ÖZ
Bu çalışma, 1980 sonrasında Türkiye’de yaşanan ekonomik, toplumsal ve politik değişimlerin genel çerçevesi olarak küreselleşmenin tarihini ve Türkiye’nin yeni düzen karşısındaki konumunu derinlemesine ele alan Yunus Kaya’nın Ayyıldız ve Küre adlı kitabının özet/değerlendirme şeklinde bir analizini içermektedir.
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, 1980 Sonrası Türkiye, Entegrasyon, Toplumsal Eşitsizlik, Toplumsal Dönüşüm
Ayyıldız Ve Küre Kitap Analizi
Yunus Kaya’nın Ayyıldız ve Küre adlı çalışması, Türkiye’nin 1980 sonrası dönemde dünya ile ekonomik, politik, kültürel entegrasyonunu ve bunun toplumsal sonuçlarını incelemek amacıyla, literatürde oldukça sık bir şekilde yer verilen küreselleşme olgusunu ele alan bir çalışmadır. Kaya’nın ortaya koyduğu temel iddia, günümüz Türkiye’sinin iktisadi ve toplumsal yapısının, 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül 1980 Darbesi ile başlayan dünya ile iktisadi entegrasyon ve küreselleşme süreçlerini özel olarak tahlil etmeden anlamanın mümkün olmadığıdır. Oldukça fazla kaynağa referans vererek okuyucuya geniş bir literatür taraması sunan Kaya, temelde küreselleşme sürecinde Türkiye’nin dünyaya entegrasyon sürecini; ekonomik, politik ve kültürel bağlamda ele almaktadır. Bu ele alış, mukayeseli bir anlatımla gerçekleşmekte olup, okuyucuya çoklu bakış açısı sunmuştur. Bu bağlamda Kaya, küreselleşmenin tarihi ve tanımına yönelik uzun bir anlatımın ardından konuyu Türkiye özelinde analiz etmiş, bu sürecin toplumsal eşitsizliğe etkisini tartışmış ve son olarak da küreselleşme sürecinin kimlik ve aidiyet duygusuna etkisini ampirik veriler ile analiz etmiştir.
Giriş ve Sonuç kısmı ile birlikte toplamda 7 bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde küreselleşmenin ne olduğuna ve tarihine yer verilmiştir. Küreselleşme üzerine oldukça farklı ve çok taraflı fikir ayrılıkları mevcuttur. Küreselleşmeye dair ortaya atılan birçok fikir, küreselleşmeye dair birçok tanımı da ortaya çıkarmaktadır. Ancak ne yazık ki küreselleşmeyi tanımlayan ilk yazardan bahsedebilmek mümkün değildir. Kaya’nın da ifade ettiği gibi kavramın ortaya çıkışının ardındaki bu belirsizliğin arkasında, kavramın kendi içindeki belirsizliğinin aranmasını da mümkün kılmaktadır. Küreselleşme konusundaki farklı yaklaşımlara bakıldığında; örneğin Giddens, küreselleşmeyi “birbirinden binlerce kilometre uzakta yaşayan insanların kaderlerinin birbirine bağlı hale gelmesi” olarak açıklamaktadır. Ulrich Beck ise, küreselleşme sürecini risk kavramıyla açıklamaktadır ve bu bağlamda “risk toplumu” terimini ortaya koymuştur. Beck’in aktarımlarına yer verilen bu kısımda, “küçük bir Afrika ülkesinde başlayan bir salgın hastalık, göç, turizm ve ticaret gibi ağlar üzerinden kısa sürede tüm insanlığı tehdit eder hale gelme potansiyeline kavuşmuştur.” şeklindeki aktarım küreselleşme noktasında oldukça önemlidir. Özellikle Covid-19 süreci, bu risk toplumunu gözle görülür ve birebir tanık olunan bir duruma getirmiştir. Ardından küreselleşme noktasında önemli katkılar sunan bir başka isim olan Roland Robertson’a da yer verilmiştir. Robertson’a göre farklı medeniyetler eş zamanlı olarak bir bilinçlenme yaşamışlardır. Devamında; Appadurai, Ritzer, Mauel Castells, Held ve McGrew gibi birçok ismin fikirlerine yer veren Kaya, küreselleşmeye dair derin havuzdan çıkardığı önemli yaklaşımlarla okuyucuya küreselleşme konusunda çok yönlü bakış açısını kazandırmayı başarmıştır. Bölümün ikinci başlığı olan “Yeni Bir Tarihsel Süreçte miyiz?” başlığı altında Kaya, küreselleşme konusunda iki önemli sorunun varlığına dikkat çekmektedir. Bu sorular, küreselleşmenin ne zaman başladığı ve başladığından bu yana toplumda ne gibi farklı dinamikler ortaya koyduğuna dair sorulardır. Bu bağlamda, küreselleşmenin varlığına şüphe ile yaklaşan düşünürler ve bunu kuşkusuz kabul eden düşünürler bulunmaktadır. Kaya, küreselleşme sürecinin varlığından söz edebilmek için bu yaklaşım ve eleştirilerin de özenli bir şekilde ortaya koyulması gerektiğini ifade etmektedir. Ve kitabın giriş kısmından itibaren bu ilkeyle hareket etmesi de tutarlı bir duruş ortaya koymaktadır. Kaya’nın geniş bir perspektiften ele alınmayı gerektiren bir olgu olan küreselleşmeyi açıklamada tarafsız bir konumda bulunuyor olması da sosyal meseleleri ele alırken daha sağlıklı analizler yapabilmek açısından önemli bir noktadır. Kaya, küreselleşmenin varlığı konusunda getirilen farklı yaklaşımlar doğrultusunda yapılan çalışmalardan biri olan, Held, McGrew ve çalışma arkadaşlarının 1999 yılında yapmış oldukları çalışmaya yer vermektedir. Bu çalışmada, 1970’lerde başlayan yeni dönemin geçmiş dönemlerden farklı olarak ne gibi dinamikler ortaya çıkardığı üzerine üç tutum gözlemlenmiştir. Bu üç tutum; aşırı küreselleşmeci, kuşkucu ve dönüşümcü tutumlar olarak ortaya koyulmuştur. 2003 yılında ise Held ve McGrew bu üç tutumu, kuşkucular ve küreselleşmeciler olarak iki yönlü bir tutuma indirgemişlerdir. Yeni kategorilendirmede, yeni bir sürecin yaşandığı yönünde düşünen herkes, küreselleşmeciler başlığı altında toplanmıştır. Buna ek olarak Kaya, farklı tutumları ortaya koyulduğu bir başka çalışmayı da aktarmıştır. Steger’e (2009) ait olan bu çalışmada; küreselleşmenin varlığını tamamıyla reddeden “retçiler”, küreselleşme sürecinin etkilerinin kısıtlı olduğunu düşünen “kuşkucular” ve küreselleşmeyle birlikte ele alınan değişimlerin yeniliğine dair sorgulama içerisinde olan “dönüştürücüler” olmak üzere üç tutum ortaya koyulmuştur. Kaya, bu iki çalışmadan hareketle, çalışmasında iki uç nokta olan küreselleşmenin yepyeni bir insani durum ortaya çıkardığını savunan görüşler ile küreselleşmenin herhangi bir değişik dinamik ortaya koymadığını savunan görüşleri ele almıştır. Çalışmasında iki aşırı ucu gösteren seçme çalışma ve görüşlerden bahsedilerek küreselleşme sürecinin getirdiği yeniliklerin daha iyi açıklanması amacıyla azami çeşitlilik örneklemesini tercih ettiğini belirten Kaya’nın da “yenilikleri daha iyi açıklamak” ifadesiyle küreselleşmenin varlığı ve tezahürleri noktasında olumlu bir tutuma sahip olduğu şeklinde bir çıkarım yapılabilmektedir. Bölümün üçüncü kısmında Kaya, küreselleşme karşısında ele alınan iki uç noktadan farklı olarak, küreselleşmenin son 30 veya 40 yıldan çok daha öncesine kadar gittiğini ve günümüz ayırt edici özelliklerini kabul etmekte olan küreselleşme teorisyenlerine dikkat çekmektedir. Küreselleşme literatürünün ele alındığı son kısım olan üçüncü kısımda, “Hangi Küreselleşme” başlığı altında küreselleşmenin ekonomik, politik ve kültürel boyutlarını öne çıkaran çalışmalar ele alınmıştır. Bu bölüm, gelecek bölümler için önemli bir ön bilgi kazandırmaktadır. Kitabın, “Ulustan Öteye mi?” başlığı altında oluşturulan ikinci ana bölümünde Kaya, sadece ulus devletin değil ulus toplumun da akıbeti ile ilgili tartışmaların ele alınacağını belirtmektedir. Ulus toplumlar, modern dönemin temel yapı taşları olmuşlardır. Küreselleşme tartışmalarında ortaya çıkan önemli sorulardan biri de, küreselleşmenin ulus toplumu ve ulus devletinin, mensubu olan bireylerin hayatlarını belirleme noktasındaki konumunun etkisindeki değişimdir. Bölüme hazırlık olarak kısa bir şekilde ön bilgilendirme sunan Kaya, küreselleşme konusundaki tüm tartışmaların bu çalışma kapsamında ele alınmasının mümkün olmadığını belirtmekle birlikte, verilen bilgi ve tartışma tabanının gelecek bölümlerde ele alınacak olan Türkiye analizi için önemli bir zemin olduğunu belirtmiştir. Ulus devletin küreselleşme olgusu içindeki konumu üzerine yapılan tartışmalara bakıldığında karşımıza üç bakış açısı çıkmaktadır. Kaya, bu üç bakış açısını, “Ulus Devlet Öldü!”, “Yaşasın Ulus Devlet!” ve “Dönüşen Ama Düşmeyen Ulus Devlet” şeklinde başlıklar altında ele almıştır. Tahmin edilebileceği üzere ilk bakış açısı ulus devletin sonunun geldiğini ve ulusötesi aktörlerin hâkimiyetini vurgulamaktadır. İkinci bakış açısı ise ulus devletin yeni sistemle birlikte, rolünde bir değişiklik olmadığını savunmaktadır. Son olarak üçüncü bakış açısı ise, ulus devletin önemini korumakla birlikte gerçekleşen değişimler ile dönüşüme uğradığını savunmaktadır. Yunus Kaya, bu tutumların esasen birinci bölümde ele alınan küreselleşmenin yeniliği ile ilgili tartışmanın bir yansıması olarak düşünülebileceğini belirtmektedir. Bakıldığında; Kaya’nın da ifade etiği gibi ulus devletin varlığının son bulduğunu iddia eden görüş ile küreselleşmeyi kabul eden tutum, ulus devletin varlığının kesinlikle son bulmadığını iddia eden görüş ile retçi tutum ve son olarak ulus devletin varlığını koruduğunu ancak dönüşüme uğradığını iddia eden tutum ile Steger’in “kuşkucu” tutumu rahatlıkla özdeşleştirilebilmektedir.
Bölümün bir sonraki kısmında küreselleşme sürecinin toplumsal eşitsizliğe etkisi ele alınmıştır. Küreselleşmenin toplumsal eşitsizlik üzerindeki etkisi konusunda da yine iki zıt kutup karşımıza çıkmaktadır. Yunus Kaya, küreselleşmenin toplumsal eşitsizliğe sebep olduğunu savunanların genellikle küreselleşme karşıtı kişiler ve örgütler olduğunu ifade etmektedir. Yazarın sunmuş olduğu örneklere bakıldığında, küreselleşmenin eşitsizliği tetiklediğini savunan düşünür ve araştırmacılar, küreselleşmenin üstte yer alan belirli bir gruba olumlu anlamda ve alt sınıflara olumsuz anlamda etki ettiğini ve böylece eşitsizliğin arttığını savunmaktadırlar. Bu düşüncenin karşısında yer alanların temel iddiası ise, serbest ticaret ve sermaye hareketlerinin kısa süreli sorunlar yaşatsa da uzun vadeli olarak herkes için faydalı bir durum olduğu yönündedir. Kaya, bu tutumu “yükselen sular herkesin gemisini yükseltir” ifadesiyle özetlemektedir ve bu bağlamda, olumlu veya olumsuz fark etmeksizin her düşüncenin küreselleşmenin her devleti, kendi kabuğundan çıkardığı yönünde bir fikir birliği sağladığını vurgulamaktadır.
Türkiye’nin Küreselleşme Macerası bölümü, okuyucuda, kitabın asıl noktasına gelindiği hissini uyandırmaktadır. Yazarın bundan önceki iki bölümde ele aldığı tüm tartışma ve yaklaşımların sunduğu arka plan çerçevesinde Türkiye analizi bölümüne geçmek, okuyucuya da bizzat söz hakkı vermekte olup konuya daha aşina bir şekilde yaklaşmasını sağlamaktadır. Yazar bu kısımda çalışmanın temelinin küreselleşmeyle birlikte yükselen karşılıklı bağımlılık duygusu olduğunu belirtmektedir. 1980 yılı, Türkiye’nin küreselleşmeye adım attığı tarih olarak bilinmektedir. Ancak 1980 yılını ele almak için öncelikle 1980 öncesi dönemi incelemek gerekmektedir. Türkiye’nin dışa açılmasında etkili olan en önemli sebep, 1970’lerin sonunda yaşanan ekonomik ve siyasal kriz olmuştur. 1980’de alınan 24 Ocak Kararları ile Türkiye özelleştirme politikaları uygulamış ve dış ticarete yoğunlaşmıştır. 1991 yılına kadar bu politikalar uygulanırken 1991 yılından 2000’lere kadar olan dönem Türkiye için ekonomi ve siyasi krizlerin yoğun olduğu bir dönem olmuştur. Ancak bu koşullara rağmen küresel ekonomiye entegrasyon süreci istikrarını korumuştur. 2001-2002 yılları arasında ise Türkiye önemli krizler yaşamıştır ve IMF’den yüksek rakamlı borçlar alınmıştır. 2002 yılında iktidara gelen ve halen iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi ile birlikte siyasi olarak da bir istikrar sürecine girilmiştir. 2005 yılı itibariyle IMF’ye olan borçlar ödenmiş ve ekonomik entegrasyon süreci ilerlemeye devam etmiştir. Ayrıca, bu dönemde yabancı sermaye girişiminde ciddi bir artış yaşanmıştır. Kaya’nın bu artışın analizini yaparken yararlanılan tabloları da çalışmaya eklemesi, okuyucuyu getirebileceği farklı yorumlarla da baş başa bırakmaktadır. Sayfa 94’te verilen Türkiye’nin Doğrudan Yabancı Yatırım Stoku tablosunda, Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının %10’na tekabül eden bir doğrudan yabancı yatırım, ülkeye giren yabancı sermayenin toplam miktarı, karşımıza çıkmaktadır. Bu oran 2010 yılından itibaren %20’nin üstüne çıkmaktadır. Ve bu da Türkiye açısından yabancı sermayenin önemini göstermektedir. İlerleyen sayfalarda Türkiye’nin ithalat ve ihracat oranları, bu oranların dağılımı gibi verileri sunan tablolara yer verilmiştir. Bunların sonucunda Kaya, Türkiye’nin her ne kadar ihracatçı bir ülke gibi görünse de yüksek teknoloji gerektiren sektörlere geçiş sağlayamadığını ifade etmektedir. Bu durum da Türkiye’nin uzun yıllardır “gelişmekte olan” ülke konumunda olmasıyla doğrudan ilgilidir.
Türkiye’nin 1980 sonrası politik entegrasyonuna bakıldığında, Türkiye’de bu sürecin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yoğun bir şekilde devam ettiği görülmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında iç siyasi yapısı değişen Türkiye, Amerika blokuna yakınlaşmasının da etkisi ile tek partili sistemden çok partili parlamenter demokrasiye geçmiştir. 1980 yılı ile başlayan süreçte Türkiye, uluslararası ticaret, insan hakları ve çevre gibi birçok konuda anlaşmalara imzaya atmıştır ve zamanla dünya ile daha senkronize hale gelmiştir. Küreselleşme sürecinde devletin gücüne ve kurumsal yapılara bakıldığında, küreselleşme sürecinde, Batı Avrupa ve ABD’deki gelişmeleri takip ederek profesyoneller tarafından yönetilen bir ekonomi oluşturmak amacıyla Sermaye Piyasası Kuru Kurulu ve Rekabet Kurumu gibi birçok yeni özerk kurumun ortaya çıktığı görülmektedir. Kaya, bu süreçte bürokrasinin gücünün azaldığını da vurgulamaktadır. Ancak bu güç azalması, devletin etkisini tamamen kaybetmesi şeklinde sonuçlanmamıştır. Devlet bu süreçte ortaya yeni bir kimlik oluşturmaya çalışmıştır ve gerek terör olayları noktasında gerekse liberalleşmenin olumsuz sonuçları karşısında görev yine devlete düşmüştür. Demografik entegrasyona bakıldığında Kaya, göç olgusuna ve göçün küreselleşme sürecinde ortaya çıkan bir durum olmayıp, insanlık tarihi kadar eski olduğuna vurgu yapmaktadır. Türkiye’de 1980 öncesi dönemde birçok göç hareketi karşımıza çıkmaktadır. 1980 sonrası dönemde ise İkinci Dünya Savaşı’nın ardından azalan göç, tekrar yükselişe geçmiştir. Birleşmiş Milletlerden aktardığı veriler ile Kaya, 2000 yılında 173 milyon olan toplam göçmen sayısı, 2010 yılında 244 milyona çıkmıştır. Bu artışa sebep olan faktörler arasında, küreselleşme ile birlikte artan göç çeşitleri, kadının tek başına başka ülkelere göç etmesi gibi etmenler sayılabilmektedir. Ayrıca Kaya, Türkiye’de artan göçün önemli bir sebebinin Türkiye’nin AB bölgesine geçişte transit ülke konumunda olması olduğuna vurgu yapmaktadır. Bu konuda Doğuş Şimşek’in (2019)1 “İstanbul’daki Afrikalı Göçmenlerin Gündelik Irkçılık Deneyimleri” adlı çalışmasında bu düşünceyi destekler niteliktedir. Bu çalışmada göçmenlerle yapılan görüşmeler sonucunda birçok Afrikalı göçmenin asıl amacının Avrupa’ya göç etmek için gerekli birikimi elde etmek olduğu şeklinde veriler elde edilmiştir. Demografik entegrasyon bağlamında bakılacak diğer iki konu eğitim ve turizmdir. Eğitim, Türkiye’nin hem öğrenci veren hem de öğrenci alan konumu itibariyle demografik entegrasyon bağlamında önemli bir noktadadır. Kaya bu bağlamda, OECD 2017 verilerine göre Türkiye’den 50.000 öğrenci yurt dışında öğrenim görmekte iken Yükseköğretim Kurulu 2017 verilerine göre de 2016-2017 eğitim-öğretim yılında toplam 103.727 yabancı öğrenci olduğu verilerini aktararak düşüncelerini desteklemektedir. Turizm konusu da aynı şekilde, özellikle 1980 sonrası dönemde oldukça artış gösteren bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. TÜİK ve TÜRSAB’dan aktarılan veriler çerçevesinde Türkiye’ye 1980 yılı öncesinde gelen turist sayısının bir milyon civarında olduğu, 2010 yılı itibariyle ise bu rakamın 30 milyonun üzerine çıktığı görülmektedir. Ekonomiye döviz girişi ve istihdam sağlaması açısından önemli rol oynayan turizm, kültürel dönüşümün itici güçlerinden biri olmuştur. Küreselleşme sürecinde yaşanan kültürel entegrasyon sürecine bakıldığında ise Kaya, nicel verilerle açıklanamayacak olsa da bunu bazı göstergelerle açıklayabilmenin mümkün olduğunu ifade ederek; bu süreci internet kullanımı, müzik, sinema ve yemek kültürüne dair verilerle analiz etmeye çalışmıştır. Bunlardan kısaca bahsetmek gerekirse, 1990’lardan itibaren internetin bulunmasıyla birlikte internet ve bilgisayar kullanımı da artmıştır. Bireyler internet üzerinden alışverişten müziğe birçok alanda kendilerine yer bulmuşlardır. Ayrıca dünyanın dört bir yanından insanları tek bir tıkla birleştirebilen bu ağ, kültürlerarası etkileşimin de sınırlarını ortadan kaldırmıştır. Yemek kültürü üzerinden bakıldığında ise Kaya, yabancı restoranların ülkemizdeki konumlarını tablolarla destekleyerek okuyucuya aktarmaktadır. Küreselleşmenin yemek bağlamında en önemli etkisinin “fast food” tüketimi üzerinden olduğunu ifade eden Kaya, bunu, ülkemize 1984’te gelen McDonald’s ve 1995’te gelen Burger King’in oldukça yüksek olan şube sayıları verisiyle desteklemektedir. Buna ek olarak küreselleşmenin yalnızca dışardan gelen kültür bağlamında değil, Türkiye üzerine de etkisi olmuştur. Örneğin, yurt dışına çıkan birçok müteşebbis tarafından Türk mutfağı başarılı bir şekilde tanıtılmaktadır. Bu duruma Yunus Kaya da dikkat çekmektedir.
1.Şimşek, D. (2019). İstanbul’daki Afrikalı Göçmenlerin Gündelik Irkçılık Deneyimleri, Mukaddime, 10(1), 233-248.
Geride kalan dört bölümde küreselleşme üzerine geniş bir literatüre geniş yer veren ve küreselleşmeyi toplumsal eşitsizlik ve sınıf bağlamında ele alan Kaya, Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de Toplumsal Eşitsizlik ve Sınıfsal Dönüşüm bölümünde, bu süreci Türkiye üzerinden tartışmıştır. Bunun için öncelikle Marx ve Weber’in yaklaşımları çerçevesinde ekonomi ve toplumsal eşitsizlik arasındaki ilişkiyi açıklamıştır. 1980 öncesi döneme bakıldığında Kaya, kapsamlı bir şekilde yapılmış olan toplumsal eşitsizlik ve sınıf analizinin yok denecek kadar az olduğuna ve önemli veriler sunan nüfus sayımlarını kullanmanın da yöntem ve toplanan verilerde yaşanan değişimler sebebiyle pek mümkün olmadığına dikkat çekmektedir. Bu noktada, 1924-1980 yılları arasındaki tarım, sanayi ve hizmet sektörü ele alınmıştır. Bulutay (1995)’dan aktardığı tablo ile Cumhuriyet tarihinin en başında, çalışan nüfusun yüzde 90’ının tarımda istihdam edildiği ve diğer iki alanın neredeyse eşit paylar aldığı görülmektedir. 1923-1950 yılları arasında sanayide bir artış olsa da bu oranın 1950 yılına gelinde halen yüzde 8 oranında olduğu görülmektedir. 1950-1960 yılları arasında ise, kırdan kente göç ile birlikte hizmet sektöründe önemli bir artış olmuştur.1960-1980 yılları arasında ise ithal ikameci sanayileşme politikalarının etkisiyle sanayi istihdamında ciddi artışlar görülmüştür. Bunların sonucunda Kaya, yaşanan değişimlere rağmen 1923-1980 yılları arasında Türkiye’nin bir tarım toplumu olarak kaldığını ifade etmektedir. Gerçekten de, yaşanan gelişmeler ve değişen toplumsal yapı çoğu zaman görünen tarafın arkasına bakmayı engellese de Türkiye, uzun yıllar tarım istihdamının hâkim olduğu bir ülke olarak kalmıştır.
Küreselleşmenin yoksulluk ve gelir dağılımına etkisi ele alınacak olduğunda karşımıza iki yaklaşım çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, küreselleşmenin farklı iş alanları açarak toplumların refah seviyesini artırdığını ifade ederken, diğer yaklaşım küreselleşmenin gelişmekte olan ülkelerdeki işçiler üzerinde ücret bakımından olumsuz etkisine ve çevreye vermiş olduğu zarara dikkat çekmektedir. Türkiye’nin 1980 döneminden sonraki süreçte mutlak yoksulluk ve gelir dağılımı durumuna bakıldığında, küreselleşme ile birlikte yoksulluğun ve gelir eşitsizliğinin azaldığı veya hiç değişmediği görülmektedir. Ancak mutlak yoksulluğun hayat pahalılığını dikkate almadığını ifade eden Kaya, göreli yoksulluğa bakmanın gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu bağlamda, kitapta yer verilen tablodaki verilere bakıldığında, Dünya Bankasının tahminlerine göre Türkiye’de 1990’larda %30’lara yakın olan göreli yoksulluk oranı, 2005 ve sonrasında %20’nin altına düşmüştür. Bunların sonucunda Kaya, küresel ekonomiye entegrasyon sürecinin Türkiye’de yoksulluk ve gelir eşitsizliği konusunda bir artışa veya çok büyük bir azalmaya sebep olmadığını ifadeleriyle konuyu özetlemektedir.
Kitabın son bölümünde küreselleşme sürecinde Türkiye’de kimlik ve aidiyet konusu ele alınmıştır. Bu bölüme geçildiğinde bir önceki bölümün iktisadi atmosferinin geride kalması alınması sebebiyle daha akıcı bir bölüm olduğu söylenebilir. Yunus Kaya ulusal kimliği, “bir ulus devletin sınırları içinde yaşayan ve bir ulus toplumu oluşturan bireylerin o topluma ve devlete hissettikleri aidiyet hissi” olarak tanımlamaktadır. Ancak, tüm ulus devletlerin ortaya koydukları ulus toplum modellerinin aynı olmaması ve bir ulus devlet sınırları içerisinde yaşayan herkesin o ulusa ait olamaması gibi önemli iki noktayı da tanımın ortaya çıkardığı problemler olarak ifade etmeyi ihmal etmemiştir. Önceki bölümlerde sıklıkla karşımıza çıkan ikili yaklaşım tarzı, küreselleşmenin ulusal kimliği etkileme noktasında da karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda, küreselleşmenin; ulus devletlerin ulus toplum inşasında bastırdıkları kimliğin küreselleşme ile birlikte yeniden ortaya çıktığını savunan görüş ve bunun karşısında da, küreselleşmenin bireylerin ulus kimliğini ve aidiyet duygusunu içinde erittiği ve ulusötesi kimlik ve aidiyet rejimi oluşturmakta olduğu şeklinde bir görüş vardır. Bu arka plan ışığında Türkiye’de bu durumun nasıl tezahür ettiğine bakıldığında Kaya, 1923-1980 yılları arasında, özellikle Cumhuriyetin ilanı ile birlikte tek bir ulusal kimlik çatısı altında birleşme anlayışının ortaya çıktığını ve bunu takiben, tek bir dil kullanımını amaçlayan anlayışla Türk Dil Kurumunun kurulduğunu, milliyetçi bir tarih okumasını gerçekleştirmek amacıyla Türk Tarih Kurumunun kurulduğunu ve son olarak da tüm vatandaşları aynı eğitim sistemine tabi tutmayı amaçlayan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kurulduğunu aktararak, 1980 öncesinde ulusal kimliği oluşturma gayesinin oldukça ön planda olduğunu göstermektedir. Ulusal kimlik noktasında bir ampirik veriye yer verilecek olunduğunda; Dünya Değerler Araştırması kapsamında yapılan bir ankette, Türk olmaktan gurur duymak ifadesinin 1990 yılında %90 oranında kabul gördüğü görülmektedir. Bu bağlamda, Kaya’nın çalışmada yer verilen analizlerine ek olarak, “pek gurur duymuyorum” ve “hiç gurur duymuyorum” gibi olumsuz ifadelerin 1996 ve 2007 yıllarına kıyasla 2001 yılında daha yüksek olması, ekonomik krizin sebep olduğu toplumsal refahın bozulması gibi bir durumun, bireyin ulusal kimliğine karşı olan tutumunu da değiştirdiği söylenebilir.
Tüm bunlar ışığında, Ayyıldız ve Küre kitabı ile Yunus Kaya’nın, sosyal bilimler açısından oldukça ön planda olan küreselleşme konusunu, bütünlükçü bir yapı içerisinde ele aldığı söylenebilir. Çalışmanın giriş kısmından itibaren amacını, yöntemini, temel çıkış noktasını ifade eden Kaya, çalışma boyunca bu çizgide ilerlemeyi başarmıştır. Başarılı bir literatür taramasını ampirik verilerle destekleyerek, olguların okuyucunun zihninde güvenilir bir biçimde tanımlanmasına yardımcı olmuştur. Sonuç olarak, küreselleşme sürecini ekonomik, politik ve kültürel açıdan ele almasıyla birçok alana hitap eden ve birçok farklı yaklaşım içeren bu çalışmanın, ilgi duyanlar için bir “el kitabı” niteliğini taşıdığı rahatlıkla söylenebilir.
👍
Elinize sağlık çok güzel olmuş. İlerleyen zamanlarda bu çalışmadan faydalanacağım, çok teşekkürler.
Teşekkür ederim, umarım fayda sağlar.
Güzel Çalışma. Keşke kaynakçayı da belirtseydiniz.