Çankaya Kitabı Analizi

Çankaya Kitabı Analizi
cankaya kitabi analizi
0

Bu yayında Çankaya kitabının özeti niteliğinde, Çankaya kitabının analizi yapılmıştır.

  • Yazar, farklı dönemler (çocukluk, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet Dönemi) içerisinde bir insan komutan-asker ve bir devrimci olarak Mustafa Kemal Atatürk’ü nasıl tasvir etmiştir?

Yazar 1913 yılında İttihatçılığın etkisi altında kalarak “Tanin” gazetesinde çalışmaya başlamış ve bu nedenledir ki daha genç yaşta İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yöneticileriyle sıkı ilişkileri olmuştur (özellikle de Tâlat ve Cemal Paşalar tarafından sevilmiştir). Yazar o günleri şöyle dile getirir: “Kafam 1914’de uyandı… Ancak 1918’e doğru kendimi buldum… Akşam’daki ilk yazılarım, Babıâli caddesinin ahlâk ve ruh çirkefi içinde bir takım sızlanışlardır… Anadolu’dan Mustafa Kemal’in sesi geldiği o zaman, kalbim doğrulup kalktı” (Atay, 1993:8). Birçok İttihat ve Terakki sempatizanı gibi I. Dünya Savaşı sonrası yaşanan Kurtuluş Savaşı’nda ulusal hareketi destekler tavır takınması yargılanmasına sebep olmuştur (Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 1983:492). Bu çerçevede bir bütün olarak değerlendirildiğinde Atatürk ilke ve İnkılâplarının yılmaz savunucusu olan Falih Rıfkı Atay, yaşamı boyunca diğer ilkelerden hiçbir zaman taviz vermediği gibi demokrasi hakkında görüşleri itibariyle de Atatürkçü çizgiden ayrılmamıştır (Çolaker, 2015:1261). Yazarın görüşlerinden bahsettikten sonra kitabımızı üç bölümde analiz etmemin daha faydalı olacağını düşünüyorum. Ancak üç bölüm de birbirinden bağımsız olmayıp; dönemler arasında geçiş yapabilmeyi umuyorum.

  1. Mustafa Kemal’in Çocukluk Dönemi:

1881 yılında doğan Mustafa, Zübeyde Molla’ya göre ilahiler söyleyerek medrese ilkokuluna, babasına göre de yeni usul eğitim veren Şemsi Efendi okuluna gitmeliydi. Mustafa Kemal, adeta doğuştan onurlu bir insan olarak doğmuştu. Çünkü çocukken, çağrıldığı mahalle oyunların da bile eğilmesi gerektiği yerde, “ben eğilmem; üstümden atlayabilirseniz, atlayın!” diyerek büyüyecektir. Mustafa, okulunda matematik ve tarihe meraklı olduğu kadar; hem başarılı hem de derslerinin, konularının üstünde ve dışında problemlerle de uğraşmayı seven bir öğrencidir. Özellikle sınıfta münazaracı olarak yarışmayı ister, sever ve her zaman da birinci olma hırsıyla entelektüel tartışmadan kaçınmamıştır. Mustafa Kemal çok yönlü yetişiyordu fakat başarabildiği şeyin üzerine yoğunlaşır ve ondan da vazgeçmeyecek bir karaktere sahiptir. Mustafa Kemal bir gün bir arkadaşından (Ömer Naci) okumak için bir kitap ister. Edebiyatla o zaman tanışır ve şiire de heves eder. Ancak bu konuda yetenekli olduğu söylenemez. Çünkü onun yeteneği kurmay olmaktır. Ömer Naci gibi hayalperest değil; realistti. Mustafa Kemal, Manastır askeri lisedeyken “vatan kaygısına” düşmüştü. Daha Mustafa doğmamıştı, Türkiye-Rus harbi olmuş; ama o savaşın sebeplerini araştırıyordu. Bir insan doğmuştu, komutan yetişiyordu ve bir devrimci olarak da vefat edecekti. Ayrıca Mustafa Kemal tatillerde yabancı dil (Fransızca) öğreniyordu. Çünkü ona göre bir kurmay mutlaka bir yabancı dil bilmeliydi.

Yazara göre Mustafa Kemal son büyük Makedonyalı idi. Çünkü 19. Yüzyılın sonlarına doğru “hasta adam”ın en zayıf yeri Makedonya’ydı. Sırp, Bulgar ve Rum çeteleri Makedonya’nın her yerini sarmışlardı. Huzur ve zenginlik onlarındı. Türklerin kuru bir efendiliği vardı. İşte Mustafa Kemal her gün böyle bir ortama uyanıyordu. Yatarken peri ve dev masallarından çok savaş ve zafer hikâyeleri dinliyordu. Her Türk ve Müslüman çocuğunda olduğu gibi Mustafa Kemal’de de vatan ve millet duyguları kabarmaya başlamıştı. Yazar, işte! Diyordu: Mustafa Kemal böyle bir ortamın havasıyla ciğerleri doldu ve İstanbul’a gitti. Yazara göre bu ortam bir “zehir”di. Ama Mustafa Kemal kendi panzehirini yarattı. Atatürk: “1897 Türk-Yunan Savaşı çıktı. Gençliğimin en heyecanlı günlerini yaşadım. Küçük yaşıma bakmayarak gönüllüler arasına katılmak istiyordum”(Atay, 2006:21). Yazara göre Mustafa Kemal’in “Atatürkçülüğü” Pangaltı’da Harp okulunda başlayacaktı. Ancak Atatürkçülük neydi? Atatürkçülük, yobazlığın, gericiliğin karşısında çağdaşlaşmaktır. Her türlü dini ve fikri baskının karşısında hoşgörüdür; hürriyettir. Büyünün, hurafenin karşısında bilimdir, ilimdir. Teokrasinin karşısında laikliktir. Şark taassubunun karşısında, modern garpçılıktır. Saltanatın karşısında cumhuriyettir. Tüm bunlar ve daha fazlası Mustafa Kemal’i Atatürk yapan değerlerdir. Ancak bunların kaynağı doğuştan gelmemiştir. Doğuştan gelen sadece deha ve yetenektir; önemli olan bunları kullanabilmektir. Atatürk: “Bizim yolumuzu çizen içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ızdırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.” (Kayıran ve Metintaş, 2013:581). Kısacası Mustafa Kemal’i Atatürk yapan memleketin haliydi. Bunu kesinlikle sıradanlaştırmamak lazımdır. Çünkü bu memlekette ne subaylar vardı. Ne aydınlar vardı. Ve birçoğu da umudu kesmiş; Düvel-i muazzamanın himayesinde yaşayabiliriz diye düşünüyorlardı. Yazara göre Mustafa Kemal’in yerinde olmak sadece memleket havasını solumakla anlaşılabilecek bir şey değildi. O yüzden içinde bulunacağı ordunun durumu da çok önemliydi. Yazar haklıydı da. Çünkü ben de okurken düşümdüm ki, öyle bir ortamda büyüsem tabii ki memleketi kurtarma hayalim olurdu. Ancak önemli olan nefes almak değildi. Nefes alıp vermeye karar verecek gücü elinde toplayabilmekti. Sultan Hamid’in son yıllarında İstanbul’da hayat denebilecek ne varsa Hıristiyanlarda ve yabancılardaydı. Hırsızlık, haksızlık her türlü kötülükler artmıştır. Medrese takımı, halka bu kara kaderin tek sebebi şeriattan ayrılmak olduğunu telkin ederdi. 1908’de İttihatçılar Meşrutiyet için ayaklanırlar. Yazar gazetecilik yaparken; Enver ve İsmet Paşalar gibi Mustafa Kemal de askerdi. Fakat Mustafa Kemal bir tık iki tık daha ötesiydi… Vatanseverlik paydasında daima buluşurlardı. Mutafa Kemal İzmir’i aldığında daha yeni başlıyoruz diyecekti. İşte Mustafa Kemal’in farkı buydu! Sofya’da hem askerliğini yapıyor hem de siyasi çalışmalarına devam ediyordu. Ona göre her şey “hürriyet”e kavuşmaya bağlıydı. Mustafa Kemal Şam’da “Vatan ve Hürriyet” cemiyetini kurduğunda İstanbul’da da İttihat ve Terakki cemiyeti kurulmuştu. Yazara göre, Mustafa Kemal’in kaygısı “devrimi” temsil edecek bir liderin olmamasıydı. Çünkü bu ihtilalden de öteydi. Enver Paşa savaşı kazanmayı düşünürken, Mustafa Kemal sonrasını düşünüyordu. Ordu, din ve siyaset birbirinden bağımsız olmalıydı. Ona göre ordu politika batağı içindeydi. Gençlik yıllarında en çok da bunu eleştiriyordu. Yazara göre İttihatçılar kendi duvarları içinde kapalı insanlardı. Fakat Mustafa Kemal ferman dinlemez; en sert eleştirileri yapmaktan kaçınmazdı. Mustafa Kemal İttihatçılara göre sarhoşun biri, durmadan eleştirdiği için fırsatçı, zevkine düşkün olduğu için ahlaksızsın biriydi. Atatürk, davalarını yürütebilmek için, bütün ömrü boyunca yükselmek istemiştir. Bundandır ki, İttihatçılar ona “haris” damgasını vurmuştur. Enver’e göre, “Mustafa Kemal, paşa yapsak padişah, padişah yapsak Allah olmak ister” diye nitelemiştir. Yazar daha sonra Mustafa Kemal için şöyle der: “İstanbul’da bilgi edindiğini ve Mustafa Kemal’in ne Almancı, ne İngilizci veya Fransızcı idi. “Kendici” idi.” (Atay, 2006:84). Mustafa Kemal eğlence namına ne varsa saklamadan, sakınmadan hür bir şekilde yapabilmeyi hayal ediyordu. Çünkü ona göre bir şeyi saklamak, gizlemek utanç vericiydi. Atatürk, her zaman var olan ordu içindeki ikililik ya da kıskançlıklardan yeri geldiğinde çekilmesini, yeri geldiğinde de vatan uğruna ikinci planda kalmayı bilmiştir. Nerede ne zaman çekileceğini bilirdi. Acele etmez, sırlarını, fikirlerini saklamasını bilirdi. İnce eleyip sıkı dokurdu. Enver Paşa’nın şaşalı, göz kamaştırıcı planları Mustafa Kemal’i her zaman tedirgin ederdi. Onun aksine Mustafa Kemal son derece realisttir.

Yazar, Mustafa Kemal’i ilk defa 1913 yılında “Tanin” gazetesi muhabiri iken görmüştür. “Atatürk, yakışıklı, temiz giyimli, keskin bakışlı, gururlu ve bütün dikkatleri üzerine çeken birisiydi.” İlk izlenimleri buydu. Halk gibi yazar da artık kaybedilen harplerden usanmıştı. Onlar artık askerden de öte, daha fazla yani adını bile koyamadıkları bir şey istiyorlardı. Almanya’nın yanında savaşa giriyoruz. Enver Paşa gibi ülkenin A takımı Almanya’nın yanında savaşa girmenin doğru olduğunu düşünürken Mustafa Kemal savaşa girmemenin daha doğru olduğunu düşünmekteydi. Satranç oynar gibi her zaman bir hamle ötesini düşündüğü için, bir stratejik liderdi. O ki, askerlerine ölmeyi emredecekti. O ki, ilk defa askerlerine “merhaba asker!” diye selam verecekti. Türkiye aydınları ve halkı Mustafa Kemal’i ilk defa Anafartalar kahramanı olarak tanımıştır. Bu zaferi de yüksek düzeyde sorumluluk isteyerek ve alarak başarmıştır. İngiliz Bahriye Nazırı Churchill onun için “kaderin adamı” demiştir. Enver Paşa ise Mustafa Kemal’e “hırsların adamı” demiş ve onun parlaklığını söndürmüştür. Doğu’da Rus’ları yenen Mustafa Kemal artık şunu düşünüyordu: Şimdi ne yapacaktık? Müttefiklerimiz ve biz partiyi kaybettik… Mustafa Kemal’in de içinde bulunduğu yeni bir kabine düşünülmeliydi… Milli bir kuvvetten teşkilat yapılmalı idi” (Atay, 2006:122-123).

  1. Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal:

Savaşı kaybetmiştik. Böylece İttihatçıların da iktidarı son bulmuş; harp suçluları ile politikacı zenginler ülkeden kaçmıştır. Anadolu anarşi içindedir. Halk hükümetten de, ordudan da, türlü çetelerden de bezgindir. Çeteler köylüden haraç kesiyor ve kendi kanunlarını kendileri yapıyorlardı. Mustafa Kemal liderlik dehasıyla bu çeteleri bir araya getirecekti. Ne yapmalı idi? Yaşamak ve beklemek lazımdı, diyor yazar. Yahya Kemal ise İngilizler vatanı toptan alsa da Mısır gibi olsak diyordu. Halide Edip ise Amerikan mandacılığının altına imza atıyordu. Mustafa Kemal’e göre ise, bir iş başında daima yapacak bir “şey” vardır. Selanik birahanelerin birinde konuşan Mustafa Kemal neyse şu anda da o idi. Yazara göre kafası bin bir fikirle, ihtirasla kaynar; fakat hiçbir zaman aklın yolundan şaşmazdı. Onda idealist ve realist iç içe geçmiştir. Hiç acele etmemiş; eline geçen hiçbir fırsatı da kaçırmamıştır. Düşünün, halkın terzisi Yunan bayrakları dikip, satar hale gelmişti. Özet buydu! İstanbul’a gelecek olan Mustafa Kemal, Anadolu’da İstiklal Mücadelesine başlama fırsatını bekleyecektir. Mustafa Kemal’e göre mütareke döneminde İngilizlerin menfaatlerine karşı gelmedikçe bir direniş hareketi başlatılabileceğini düşünüyordu. Umutsuzlardan ve ruhsuzlardan farklı bir dayatış anlayışına sahip olan Mustafa Kemal’in ruhu, “milli mücadeleyi” başlatacaktır. Ancak bunu aceleye getirmemiş; tam fırsatını bulmadıkça, sırlarını açığa çıkarmamıştır. Sabırlı olmayı her zaman bilmiştir. İstanbul’da kimsenin dikkatini çekmeden yoklamalarını çekmiştir. Radikal bir hükümet devirme planı yoktu, Mustafa Kemal’in. Atatürk’e göre fikir hazırlığı asker toplar gibi davul zurnayla olmazdı.

İtilaf devletlerinin çıkarı (Samsun ve çevresinde çıkan isyanlar) için Vahdettin tarafından Anadolu’ya gönderilen Mustafa Kemal, milli mücadeleyi başlatacaktır. O fırsat Mustafa Kemal’in önüne çıkmıştır. Bastırması gereken direnişe resmen kafasının içindeki fikirlerin koruyla gidiyordu. Çerkez Ethem ve Demirci Efe gibi çeteleri bir araya toplamalı ve başında kendi olduğu gerillacı direnişini başlatmalıydı. Çünkü yazara göre Atatürk bu harekete “milli karakter” verecekti. Ancak bu liderlik meselesi kolay kolay halledilmeyecekti.  Adım adım, sırlarını hemen paylaşmadan, büyük yalnızlık içinde ve gelecekte birçokları ile asla birlik olamayacağı kimselerle çalışacaktı. Mustafa Kemal tam bir arıydı. Hangi çiçekten nasıl bal toplayacağını çok iyi biliyordu. Noelle Royer, bir gün Atatürk’e bütün isteklerine ulaşmadaki sırrını sormuş ve aldığı cevap şudur: “Durur, durur, dinlerim.” (Atay, 2006:195). Sakarya Zaferi gelinceye kadar durup durup dinleyecekti. İstanbul hükümeti ise Atatürk’ün derhal dönmesini ve görevini bırakmasını isteyecekti. Vatan haini olduğuna dair fetvalar çıkarılacak; direniş hareketine karşı isyanlar kışkırtacaklardı. Padişahın askerleri Atatürk’ün çeteleriyle çarpıştıklarında ölürse, şehit sayılacak; direniş hareketi ise cinayet işlemiş olacaktı. Atatürk’ü görmeyen Anadolu halkına uçaklardan broşürler dağıtılarak propaganda yapılacaktı. Mustafa Kemal sıska, saçı sakalı birbirine karışmış ve şişko resmedilecekti. Atatürk’e göre askeri üniforma mümkün olduğunca üstünde kalmalı idi. Çünkü otoritesinin kaynağı idi. Ve biliyordu ki, çıkarttığı vakit yalnızlaşacaktı. Başımızda seni isteriz diyen kim varsa onun başkan olmaması için ellerinden geleni ardlarına koymamışlardır. Bu sıralar İsmet İnönü ve Halide Edip gibi isimler Anadolu’da kurtuluş savaşı verilebileceğine inanmıyorlar ve çareyi Amerikan mandası altına girmekte görüyorlardı. İstanbul’un vatansever ve milliyetçi halkının da Anadolu’daki direnişten bir umudu yoktur. Çünkü halk varını yoğunu kaybetmiş ve tükenmiş. Yazar bu isimlerin vatanseverliğinden zerre şüphe duymamaktadır. Zaten görüleceği üzere İnönü, Atatürk’ün en yakın ikinci adamı olacaktır. Yazara göre milli kurtuluşun ilk şartı bir lider bulmak idi. Ve bu lider de Atatürk’tü. Ancak Atatürk’ü seçmekle iş bitmiyordu. Onu benimsemek lazımdı. Ancak Damat Ferit hükümeti direnişe engel olmak için Kürtleri bile ayaklandırmaktan geri durmamıştır. İstanbul edebiyatçıları milli kuvvete “haydut çeteleri” demektedir. Mustafa Kemal çeteleri ve milli kuvvetleri nizamlı ordu haline getirene kadar çok çile çekecektir. Ve bunu da başarabilecekti. Çünkü o tam bir lider doğmuş ve liderlik vasıfları ile büyümüştü. Yazara göre o, hiçbir zaman en küçük rütbesinde bile sıra adamı olmamıştır. Büyük kararlarda ne geç kalırdı ne de erken davranırdı. Daima tam zamanında karar verirdi. Öyle bir karar verir ki, o an kimse beklemiyordur. Yazara göre işte böyle bir liderlik dehası vardı. Bu durum sadece bir komutan olarak değil; insani olarak da öyleydi. Örneğin her zaman saatinde kalkar ve günlük rutinlerinden şaşmazdı. Bana göre yazarın şu söyledikleri, Atatürk’ün farkını ortaya koyar: Öyle şartlar içinde Mustafa Kemal’in yaptığını yapabilecek, cesarette demiyorum, belki ondan gözü pekler vardı, azminde demiyorum, belki onun kadar azimli olanları da vardı, bilgi de demiyorum, şüphesiz ondan daha bilgili olanları vardı, fakat kırk yıllık ömrümde onun liderlik dehasında hiç kimseyi tanımadım. Mustafa Kemal anasından tam gününde ve saatinde doğmuştu (Atay, 2006:229). Mustafa Kemal’e göre Batı medeniyeti yolunda ilerleyebilmek, Osmanlı düzenini alt üst edecek devrimlerle olacaktı. Garpçı idi ama Tanzimatçılar gibi batı üstünlüğünü kabul etmezdi. Ama ilk önce vatan, düşman işgalinden kurtarılmalı idi. Devrimler sırasını beklemeliydi. Çok ilginçtir ki, 23 Nisan 1920’de, Cuma namazı sonrası ve padişaha sadakat yeminleri eşliğinde meclis açılmıştır. Böylece Mustafa Kemal ilk amacına ulaşmış; yeni bir hükümet kurulmuştu. Mecliste Mustafa Kemal’e dert olanlar, İttihatçılar ve yazarın gerici dediği muhafazakâr (hoca) takımdı. Söyler, inandırır, zora getirir, susturur fakat meclissiz yapamazdı. Artık Çerkez Ethem gibi çeteler de dâhil nizamlı orduya geçilmeli ve milli kurtuluş savaşı başlamalıydı. Ancak Çerkez Ethem ve partizanları daima zorluk çıkarmış ve suikast girişimlerine kadar varmışlardır. Pek güç şartlar sonunda nizamlı ordu kurulmuş ve gerilla devri sona ermiştir.

Yazara göre Mustafa Kemal gibi askerlik sanatını adeta mukaddes sayan, tam askerliğini takındığı vakit yakın dostlarını tenkit etmekten ve nefret ettiği düşmanlarının hakkını vermekten çekinmeyen bir adamdı. Afyon ve Dumlupınar savaşları yüksek bilgili sanatçı komutanların emri altındaki nizamlı ordular tarafından kazanılabilecek zaferlerdi. Unutulmamalıdır ki, İnönü Savaş’ları ordu gerisinde nizamlı orduyu isteyenlerin ve istemeyenlerin de savaşının olduğu bir zamanda kazanılmıştır. Adeta Weber’ci anlamda Atatürk’ün böyle bir iç kargaşalıkların olduğu ortamda umutsuzluğu yenecek bir “karizmatik lider” oluşu bize milli kurtuluşun kapısını aralıyordu. Devletin hakiki reisi olan Mustafa Kemal İstanbul’la her türlü pazarlığı ve iletişimi kesmiştir. Bütün savaş yıllarında Mustafa Kemal, ne cumhuriyetçilikten, ne garpçılıktan, ne de devrimcilikten bahsetmiştir. İşte bu sabır onun müthiş iradesiydi. Zamanını bekliyordu. Ansızın bir gün cumhuriyet kurulacaktı. Ve devrimler arka arkaya gelecekti. Emrine can verenler için vah vah demek için şafakların ötesindeki günü bekleyecekti. Düşmanı İzmir’e kadar kovalayan ve denize süren ordumuz zaferi elde etmişti. 1922 yılının Eylül ayında yazar ve Yakup Kadri, Atatürk ile tanışma fırsatı buldu. Ve Atatürk bu günden sonra da iki ismi de yanından ayırmamıştır. Yazar, ilk defa yalçın, savaşçı ve politik adamın insani tarafını gördüğünü söyler. Sözleri terimsiz, tarifsiz ve zikirsizdi. Yazarın ilk izlenimleri şunlardı: “Yanılmaz ve kuvvetli bir hafızası olduğu ve müthiş bir konuşma merakı.” Duyduklarını kolayca tutup kavrayan, sonra hepsini bir sentez içinde yoğuran bir muhakeme metotlu ve ilmi bir tefekkür eksikliğinin boşluğunu örtmekte idi. İlk buluştukları o akşam yemeğinde ilk defa türküler söylediğini işitmiştir. Sesi mat, yavaş ve cazibeliydi. Zeybek oynadığını görmüştü, yazar. Ve daha nice insani özellikleri… Ama sabah kahvaltıda yazarın karşısında oturan, gece eğlendiği ahbabı değil; başkomutandır. Görülüyordu ki bu zafer işlerin sonu değil; başlangıcı idi. Atatürk iyi bir komutandı. Nereye kadar gideceğini ve duracağını bilirdi. Savaş zamanında yanında olmayanlar şimdi ondan dünyayı fethetmesini bekliyorlardı. Hesapsız ve lüzumsuz, bir tek Türk’ün hayatını tehlikeye sokmamak davasından hiçbir zaman şaşmamıştır (özellikle de Hatay meselesinde). Yazara göre o günkü devir eğer ortaçağ olsaydı, Mustafa Kemal hanedan olmuş ve herkes ona biat etmekteydi. Ama o, öyle bir devlet kurmayacaktı. Çünkü Mustafa Kemal biliyordu ki, 21. Yüzyılda yıkılan imparatorlukların yerine “cumhuriyet” kurulurdu. Ama İzmir kurtarıldığı vakit kimse hanedansız bir gelecek tahayyül etmiyordu. Yazar da dâhil. Ve bu süreç yavaş yavaş gelecekti.

  • Cumhuriyet Döneminde Mustafa Kemal:

Mustafa Kemal ne yapmalı idi? Padişahlığı ve halifeliği kaldırmak gibi bir cinayet işler miydi? Yazara göre Atatürk’ün bir liderlik vasfı da, hoşuna gitmeyecek fikirleri dahi dinlemesi idi. Çünkü Atatürk arı gibi hangi çiçek olursa olsun bal toplamasını bilirdi. Metodu halka her şeyin daima iyi olduğunu hissettirmekti. Yeni partinin adı da “Halk Parti”si olmuştu. Çünkü “İnkılâplar halk için ve halka rağmen yapılacaktı.” Halka rağmen çünkü medrese takımı yani gericiler inkılâpların çoğuna karşı çıkmışlardır. Hatta iş suikastlara kadar varmıştır. Ne yapacaksa ona inanan halk için yapacaktı. Atatürk İttihatçılardan da bal toplamasını bilmiş; faydalanabileceği kişileri etrafında toplamıştır. Atatürk büyük stratejisi ve politikacılığı olan ancak umumi kültürü zayıf olan bir adamdır. Eğer bir şeye de inanıyorsa onu da dikte etme liderliğine sahipti. Mustafa Kemal’e göre en büyük sorun ve tehlike “Şark” olmuştur. O şark zihniyeti ki, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında pay sahibi olan ordunun kurulmasına engel olanlardı. Milli devlet unsuru olarak en önemli devrim, 1922’de Saltanat’ın kaldırılması olmuştur. Yeni hükümetin başkenti ve devrimlerin merkezi Ankara olmuştur. Aslında Ankara da başlı başına bir devrimdir. Bu kitabı okuyana kadar Ankara hakkında hiç bu kadar bilgisiz olduğumu düşünmemiştim. Atatürk adeta memleketi inşa etmeye Ankara’dan başlamıştı. Ankara’nın pek çok eksiği vardı. İçkisinden tutun da yeşilliğine kadar yeni baştan dizayn edilecek memleketin prototip örneği olacaktı. Öyle bir devrimci ki imar planlarına sadık kalacak ve aynı zamanda da kendi planlar uygulayabilecekti. Mustafa Kemal her türlü zaaftan tiksinen bir kuvvet ve irade adamıdır. Sadece bir defa görmüştür, yazar, Atatürk’ün ağladığını. Eylemlerin arkasında fikirler vardır; Mustafa Kemal de buna inanır. Din ve dünya işleri iç içe girmiştir. Toplumun her kurumunda teokratik baskı hissedilir. Okuduklarını, gördüklerini ve dinledikleri iyi kavrar ve sentezleyebilirdi. Mustafa Kemal’e göre bir milleti Batı devleti olmaktan alıkoyan gelenekler ve müesseseler ortadan kalkmalıydı. Mustafa Kemal asla bir pan-turanist değildi. O Türkiyeciydi. Çankaya, Atatürk’ün devrimcilik hayatına girdiği ve yönettiği yerdir. 29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan ediliyor. Ancak bu ansızın bir sabah verilmiş bir karar değildi. Bu da bir sırdı. Evet, birçok insan ansızın öğrendi. Ama mesele duymakta değildi. Mesele tam zamanında ve doğru yerde ilan edilmesiydi. Yanındaki insanların kaygıları vardı. Çünkü bu devrimin ömrü Mustafa Kemal’e bağlıydı, inkılâpçıyı kaybetmek istemiyorlardı. Ve en önemli soru: Devrim ne zaman tamamlanacaktı? Ya da tamam mıydı, devam mıydı? Devrimler devam ederken Cumhuriyet’in kuruluşu da sorunsuz değildir. Şeyh Sait isyanın nitelikleri bugün halen bile tartışılır ancak şunu diyebiliriz ki, dini boyutu da olan dinamikleri vardır. İzmir Suikast girişimi de devrimciyi yolundan döndüremeyecekti. 1924’de Halifelik kaldırılacak ve Osmanlıdan kalma ne kadar Ortaçağlı, teokratik aygıt varsa sökülecekti. Yazara, hakikat: “Mustafa Kemal, bir devrimci olarak, 18 yaşından son nefesine kadar hiçbir taviz zaafı göstermeyen bir idealisttir. Ve hiçbir türlü tenkit edilemez. Tenkit edilecek zaaflarını insani ve politikacı tarafında arayabiliriz. Bulabiliriz de!” (Atay, 2006:421). Yazara göre son yıllarımızda askeri zaferler eksik değildi; ancak Türk milletinin kurtuluşu için sadece bu zaferlere bağlı değildi. Bizim gerçek düşmanımız, ortaçağlı yarı-teokratik ve ilim ışığı olmayan şark kafasının ta kendisi idi. Laiklik siyasal alanda yerleşmeye devam ederken radikal bir şekilde toplumsal hayatı da düzenlemeye başladı. Yazara göre, Mustafa Kemal’e iktidar peşinde koşan hırs maceracısı olarak tanıyanlar yanılmıştır. Çünkü Mustafa Kemal eline aldığı kuvvet ve nüfuzla sadece fikirlerini hayata geçirebilmek pahasına mücadele etmiştir. Atatürk devrimler mücadelesinde herkesle iş birliği yapmaya çalışmıştır. Çünkü o bir arıydı. Kimden nasıl faydalanacağını bilirdi. Yazara göre Kemalizm, bir din reformuydu. Ve ona göre Mustafa Kemal’in yaptığı “nesih” hakkını kullanmaktı. Kemalizm dinin, ibadetler dışında kalan kısımlarını dönüştürmüştür; ayetlerini kaldırmıştır. Yani laiklik, özellikle de medeni hukukla birlikte özel yaşamı dönüştürmüştür. Örneğin, aile kurumundaki nikâh ilişkileri ve mal-mülk eşitliği vs. Yazara göre, eğer Atatürk yaşasaydı mutlaka ibadet reformları da gelirdi. Ama merak ettiğim şu ki, Atatürk yaşasaydı başörtüsü problemi olur muydu? Bana göre Atatürk’ün orduda ikinci büyük reformu ordu ile siyaseti birbirinden ayırması olmuştur. Yazara göre Atatürk’te olmayan tek şey “alet olmak” zaafıydı. Ne bir şeyi başkasına mal ederdi, ne de bir şeyi kendine. Eğer bir paydaşlık varsa kimsenin hakkını yemeyen bir insan, komutan ve devrimci idi. Adeta insan sarrafı olan Atatürk, daha önce sevmediği ve onu Anadolu’da yalnız bırakan kişiyi bile yanında ikinci adam yapmıştı. Yazara göre Atatürk, emir kulları ile fikir yoldaşlarını birbirinden ayırmasını bilir ve hangisini nerede kullanacağını bilirdi. Devrimleri durdurmanın yolu neydi? Suikast. Mustafa Kemal’i öldüremeyenler kendi partisini öldürmüştü. Atatürk, yeni ve gerçek hürriyet devri, kadınla başlayacak, diyordu. Onun gözünde her zaman Türk kadını yüce olmuştur. Yazara göre Atatürk’te maçoluk vardır; çünkü son derece kıskanç ve kadının tırnaklarını boyamasından hoşlanmazdı. Ama bir kadın kafa olarak hür olmalı ve erkekle eşit olmalıydı. Atatürk bir kurtarıcı gibi, haremi yıktı; tramvaylardaki perdeleri kaldırdı. Mustafa Kemal artık davetlerde kadınların olmasına da dikkat ederdi. Ve kadın konusundaki devrimlerinde asla zorlama yapılmamıştır. Yazara göre Osmanlı’dan tek kalan mimari eserler, anıtlardı. Şehircilik anlamında hiçbir şey yapılmamıştı. Bana göre Atatürk’ün yaşayıp da başarılı olamadığı tek devrim “şehirciliktir”. Tabi ki, tartışmalı bir durum ama yinede diğer devrimlerde olduğu kadar başarılı olduğunu düşünmüyorum. En büyük sıkıntı da komisyoncuların, spekülasyoncuların türemesidir. Yani aferistler, Atatürk’ün yakınlarına kadar gelmişler ve kendilerine pay çıkarmışlardır. Yazarın şu tespiti yerindedir: “Ne eski rejimde, ne de bugün gizli nüfuz ticaretlerinin ve şahsi yolsuzlukların tamamı ile önlenebileceği gibi bir hayale kapılmıyorum. Hiçbir demokrasi bunda muvaffak olamamıştır. Asıl mesele, nüfuz ticaretinin bir sistem haline getirilmesidir…” (Atay, 2006:500). Atatürk’e göre şapka devriminde asıl olan, kafanın içinin değiştirilmeye çalışılmasıydı. Çünkü o hür fikirli bir Türk devrimcisiydi. Başlık değiştirmenin din değiştirmeyle alakası yoktu. Şapka ideolojisi, onu hiç görmeyenlerin yanına şapka takarak gitmesiydi. Bu benim hayranlık duyduğum bir stratejiydi. Yazara göre Atatürk Denizkızı masalına inanmazdı. Ona göre ya balık, ya insan vardır. Yani şarklı-garplı bir medeniyete değil, ya şark ya da garp medeniyetine inanıyordu. Ve Atatürk biliyordu, medeniyet meselesi halledilmedikçe hiçbir mesele halledilmeyecekti. Devrimlerde bizzat rol oynayan ve örnek teşkil eden bir insandı. Örneğin, harf devrimi yapıldığında Atatürk bir daha eski yazıyı kullanmamıştır. Hem sofrasında, hem de gittiği yerlerde harfleri öğretmeye çalışan insan olmuştur. Yazara göre Atatürk, devrimci bir lider olarak, ordusuz bir komutandı. Atatürk’ün umudu, gençlerdi. Çünkü devrimlerin koruyuculuğunu özellikle de Avrupa’da eğitim görmüş nesil yapacaktı. Atatürk için en acı olanı onca zaferler elde edip, vatanı kurtarmak ama bir banka ve fabrika kuramamaktı. Bu devrimleri korumak için büyük bir parti teşkilatlanmasına ihtiyaç vardı. İşte İş Bankası da bu amaçla kurulacaktı. Atatürk’ün hangi devriminde para dönüyorsa aferistler oradaydı. Atatürk’e göre bu takım tasfiye edilmeli, politikadan uzaklaştırılmalıydı. Atatürk denemelerden korkmayan ve ara sıra meclisi havalandıran bir liderdi. Yani bir gün aniden bir görev değişikliği yapmaktan çekinmezdi. Yazarın da Atatürk’ün de tek derdi devrimlerin devamlılığıydı. Kendini daima inkılâpçı olarak görürdü. Artık bir insan olarak Atatürk’ün en göze çarpan özelliklerinin sonu geliyordu. Şaşmaz hafızası şaşıyor, sağduyusunu kaybediyor, enerjisi çabuk tükeniyor ve artık çok daha asabi olmaya başlıyordu. Devrim son mu bulacaktı? Bence yazarın Atatürk’ün yanında olduğundan beri korktuğu şey başına gelecekti. Atatürk’ün son günlerinde zihnini en çok meşgul eden şey Hatay meselesiydi. O biliyordu, bir tümen asker yollasa alırdı. Ancak bir sancak için Türkiye’yi harbe sokmayacak kadar akıllı, zeki ve sağduyulu idi.

Yazar, Atatürk’ü son kez tasvir edecekti: “Sessiz ve neşesiz… Fırtınadan sonraki deniz gibi, bitkin… Şevk onun bahçesinde son yapraklarını dökmüştü. O kadar güzel ince dudaklarının o kadar tatlı ve ısıtıcı gülüşü, bir ıtır gibi uçmuştu. Baba Atatürk, arkadaş Atatürk, karındaş Atatürk, en güzel tanrılardan daha güzel, Omiros’un kahramanlarından daha destankari, sarı saçlı, çevik ve kıvrak, o gencin hatırası, bir asırlık eski ve uzak bir hayale dönüşmüştü.” (Atay, 2006:532). Çankaya’da dostlarıyla son sofrasıydı. Atatürk’ün dostları ile akşamları sofra başında buluşması ve geç vakitlere kadar konuşması âdeti idi. Pek azı zevk ve eğlence meclisi olmuştur. Orduda iken askerlik meseleleri, sivilde iken de devlet meseleleri görüşülürdü. Bilmediklerini, sofradan, bilenlerden toplar ve sentezlerdi. Müthiş bir sentezci dehası vardı. Ayrıca sofra imtihan meclisi idi. Sofradan ne kadar geç kalkarsa kalksın, sabah vazifesine geç kalmaz; herkesten önce iş başında olurdu. Yazara göre, Atatürk görev başında hiçbir laubaliğe yer vermeyecek kadar ciddi, hususi yaşayışında ise dostlarının her türlü nazını çekecek kadar samimi idi. Devrimci Atatürk, hükümetçi İnönü’ydü. Devrimcilerin en büyük korkusu ihanet olmuştur; yazara göre. Bekli de Atatürk İnönü’ye çok güvendiği için ikinci adamdı. Atatürk devrinde vatan kurtulmuştur. Fakat bu şeref, yalnız milli tarihin en büyüklerinden olmaya yeterdi. Bizi, çağdaş muhasır medeniyetler seviyesine taşımaya yetmezdi. Devrimin tek zaafı, eğitim yoluyla devrimleri halka benimsettirememekti. Onu da Köy Enstitüleri ile İsmet İnönü sağlamaya çalışacaktı. Atatürk hiçbir zaman İnönü kadar bürokratik olamamıştır. Çünkü o sicil ve bürokrasi sıkısına gelemezdi; ayrıca askerliği boyunca “üst”ten çok çekmiştir. Yazara göre Atatürk, Hitler ve Mussolini gibi, demokrasiler aleyhine hicivler ve diktatörlük lehine methiyeler söylemiş değildir. Daima milli hâkimiyet görüşüne gönülden bağlıydı. Biz meclissiz hiçiz diyordu, Atatürk. Hatta Türklüğü gelişmeden alıkoyan, karanlık gelenek ve göreneklerden bir muhalefetin olduğu meclisi, meclissizliğe yeğlerdi.

KAYNAKÇA

  • Atay, F. R. (2006). Çankaya. Ankara: Pozitif Yayınları.
  • Cumhuriyet Ansiklopedisi 1961-1980, “Atay, Falih Rıfkı” mad., C. III, İstanbul, Yapı Kredi Yay., 2002, s. 272
  • Çolaker, V. (2015). “Falih Rıfkı Atay’ın Tek Parti ve Çok Partili Dönemde Demokrasiye Bakışı”. Belgi Dergisi, (9): 1248-1264.
  • Kayıran, M. ve Metintaş, M. Y. (2013). “Atatürkçü Düşünce Sistemi: Atatürkçülük”. Anakara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarih Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, (51): 579-615.
  • Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, “Atay, Falih Rıfkı” mad., C. I, Anadolu  Yayınları, İstanbul 1983

Merhaba ben Mustafa, Mersin Üniversitesi Sosyoloji Yüksek Lisans öğrencisiyim. Dolayısıyla bu süreçte yazdığım yazıları sizinle de paylaşmak için buradayım. Mail Adresi: mstfdnmzz5@gmail.com

Yazarın Profili

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir