‘Meşhuriyet Çağı’nın Eleştirel Bir Analizi

Görünüyorum O Halde Varım ‘Meşhuriyet Çağı’nda Kültür ve İnsan Kitabı'nın Eleştirel Bir Değerlendirmesi

‘Meşhuriyet Çağı’nın Eleştirel Bir Analizi
0

Giriş

Tayfun Atay’ın 2017 yılında Can Yayınları tarafından Görünüyorum O Halde Varım ‘Meşhuriyet Çağı’nda Kültür ve İnsan’ adı ile yayımlanan kitabı günümüz kitle kültürünün geniş bir analizini sunmaktadır. Kitap, yazarın 2004 yılında yayımlanan Yaşasın Meşhuriyet Çağı kitabının genişletilmiş versiyonu olarak tasarlanmış ancak daha sonra önceki kitabı da içerecek şekilde başlı başına yeni bir kitap olarak okuyucuya sunulmuştur. Yazar kitle kültürünü ‘Her Canlı Şöhreti Tadacaktır’, ‘Ekrana Sıkışan Dünya’, ‘Acunsal Enerji’, ‘Folktan Popa Dinin Seyri’, ‘Çocukluk Bitti Çocuğum’ ve ‘İnsanın Makine ile İmtihanı’ olmak üzere toplam altı başlıkta özgün yorumları ve ironik başlıkları ile eğlenceli fakat eleştirel bir dil ile anlatmaktadır.

Kitabın giriş bölümünde günümüz toplumunun kısa bir analizi ve folk kültür, popüler kültür ve kitle kültürünün değerlendirilmesi yapılmıştır. İlk bölümde görsel medyanın yarattığı ‘meşhurluk histerisi’ anlatılmaktadır. İkinci bölüm, ilk bölümün devamı niteliğinde kaleme alınmış ve televizyonun ‘kültürlenme’ işlevi güncel programlar üzerinden örneklerle açıklanmıştır. Üçüncü bölümde Meşhuriyet Toplumu’nun idolü haline gelen Acun Ilıcalı ve ‘başyapıtları’ incelenmiştir. İlk üç bölümün birbirleri ile daha ilişkili olduğu söylenebilir, sonraki bölümler ise ilk üç bölümle bağlantılı olacak şekilde daha genel bir analiz sunmaktadır. Kitabın dördüncü bölümü İslam’ın kapitalistleşmesinin ve kutsalın metalaşmasının analizine ayrılmıştır. Beşinci bölüm ise çocukluğun yükselişi ve düşüşüne, ‘Çocukluk Bitti Çocuğum’ başlığı ile Meşhuriyet Çağı’nın çocuklarına ayrılmıştır. Son bölümde insanların makinelere hükmettiği çağın bittiği ve makinelerin insanlara hükmettiği çağa gelindiği anlatılmış ve kitabın genel bir değerlendirilmesi sunulmuştur. Atay, kitabın ilk beş bölümünde içinde bulunduğumuz çağı anlatırken, son bölümde ‘İnsan’ın Makineyle İmtihanı’ başlığı ile geleceğe dair tahminlerini sunmaktadır. İlk beş bölümde insanın kendi yaratımı olan kültürün nasıl esiri konumuna düştüğünü anlatan yazar, son bölümde ise kitle kültürünün Dünya’nın sonunu getireceğini öngörmektedir.

Yazar düşünmenin neredeyse suç sayıldığı ‘Meşhuriyet Çağı’nda gerçekleri tüm çıplağı ile gün yüzüne çıkarmış ve bunu yaparken eleştirel olduğu kadar ironik ve eğlenceli bir dil kullanmayı başarmıştır. Güncel olaylar üzerinden günümüz toplumunun geniş bir analizini sunan kitap oldukça akıcı bir dil ile kaleme alınmıştır. Atay Meşhuriyet Çağı’nda ‘yorma kafanı’ diyenlere adeta cevap niteliğinde bir kitap armağan etmiştir.

Tayfun ATAY Kimdir?

Tayfun Atay 1962 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Antropoloji eğitimi aldı ve aynı üniversitede yüksek lisans öğrenimini tamamladı. Londra Üniversitesi’nde Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda yüksek lisans ve doktora eğitimi aldı. Hacettepe Üniversitesi Arkeoloji Bölümü, Ankara Üniversitesi Etnoloji Bölümü ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı, dersler verdi. 2003-2004 yılları arasında Milliyet Gazetesi’nde haftalık Popüler Kültür ekini çıkardı. 2006 yılından itibaren Birgün, T24 ve Radikal gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı.

Tayfun Atay Eserleri

Batı’da Bir Nakşi Cemaati / Şeyh Nazım Kıbrıs Örneği (1996), Din Hayattan Çıkar / Antropolojik Denemeler (2004), Yaşasın Meşhuriyet Çağı / Popüler Kültürden Kitle Kültürüne Türkiye İzlenimleri (2005), Göl ve İnsan / Beyşehir Gölü Çevresinde Doğa-Kültür İlişkisi Üzerine Antropolojik Bir İnceleme (2006), Türkler Kürtler Kıbrıslılar / İngiltere’de Türkçe Yaşamak (2006), Çin İşi Japon İşi / Cinsiyet ve Cinsellik Üzerine Antropolojik Değiniler (2012), Britanya’da Müslüman Bir Mistik Cemaat / Batı’da ve Batı İçin Anlam (2012), Parti, Cemaat, Tarikat (2017), Görünüyorum O Halde Varım / ‘Meşhuriyet Çağı’nda Kültür ve İnsan (2017).

Değerlendirme

Descartes’in ontolojik bir problemle yola çıkarak ifade ettiği ‘Cogito Ergo Sum’ yargısı, bugün yerini ‘Görünüyorum O Halde Varım’ yargısına bırakmıştır. Günümüzde var olmanın ön koşulu düşünmek değil, görünmek olmuştur.

Tarihsel gelişim sürecinde, 3 kültür kategorisi bulunmaktadır. Folk kültür, popüler kültür ve nihayet kitle kültürü. Folk kültür, pre-modern (modern öncesi) dönemin kültürüdür. Folk kültür, geçimin tarımla sağlandığı, köylü halkın gündelik hayat kültürüdür. Popüler kültür ise folk kültür ve kitle kültürü arasında bir aşamadır. Hem folk kültür hem kitle kültürü özelliklerini taşır. Popüler kültür modernleşme sürecinde kırsal alandan kente doğru yoğun göç yaşanan dönemde ortaya çıkmış ve ‘işçi halkın kültürü’ olmuştur. Popüler kültürün teknolojik gelişme ile kendi başına bir endüstri (kültür endüstrisi) haline geldiği aşama ise kitle kültürüdür. Folk kültür sözlü kültürle, popüler kültür yazılı kültürle, kitle kültürü ise görsel kültürle ilişkilidir. Folk kültür insanlar tarafından üretilirken, kitle kültürü, kültürün metalaşarak insanlar tarafından tüketildiği aşamadır. Kültürün üreticisi olan insan, kitle kültüründe kültürün tüketicisi konumundadır. Günümüz modern sonrası dönemin kültürü, ‘görsel kitle kültürü’ olarak tanımlanmaktadır.

Kültürel süreçler her toplumda tarihsel, ekonomik ve toplumsal dinamiklere göre farklılık göstermektedir. Folk kültürden yazılı kültüre oradan da kitle kültürüne geçiş (sırasıyla sözel, yazılı, görsel) toplumlarda eş zamanlı olarak gerçekleşmemiştir. Batılı toplumlar kültürel geçiş süreçlerini doğal, ekonomik, sosyal dinamikleri ile ve sürekliliği içerisinde yaşamışlardır. Ancak bu süreci sıkışarak ve sıçrayarak yaşayan toplumlarda kültürel geçiş süreçleri daha sancılı ve daha sorunlu olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye, kültürel geçiş süreçlerini sıkışarak ve sıçrayarak deneyimlemiş toplumlardandır. Batıdan 50 yıllık bir gecikme ile görsel kitle kültürü aşamasına ulaşan Türkiye, büyük bir sıçrama ile batılı ülkelere yetişmiş ve batılı ülkeleri geçmiştir.

Türkiye’nin tarihine bakıldığında yazılı kültürü deneyimlemeden folk kültüründen kitle kültürüne bir sıçrama yaptığı anlaşılmaktadır. Batıda kitle kültürü her ne kadar yazılı kültürün önüne geçmişse de yazılı kültür tamamen terk edilmiş değildir. Batıda yazılı kültürün uzun bir tarihi vardır ancak Türkiye yazılı kültürü bir yüzyıl bile deneyimlemeden, henüz yazılı kültürü içselleştirememişken büyük bir sıçrama ile kitle kültürü aşamasına geçmiştir. Türkiye’de kitle kültürüne geçiş 1990’lı yıllarda özel televizyonların kurulması ile başlamış ve yeni milenyum diye tabir edilen 2000’li yıllarda doruk noktasına ulaşmıştır. 1980 darbesi ile gelen baskıcı yönetiminin ardından Turgut Özal başkanlığında iktidara gelen ANAP tarafından uygulanan neo-liberal politikalar piyasa serbestleşmesinin önüne açmış ve 1990’lı yıllara gelindiğinde iktidarın politik aygıtı olan televizyon halkın eğlence aygıtına dönüşmüştür. Medya üzerindeki devlet tekeli kırılmış ve Meşhuriyet Çağı’na giden yolun önü açılmıştır. 12 Eylül darbesi sonrası dönemde demokratikleşme sürecinin medya üzerinden önünün açıldığı izlenimi verilmiş fakat süreç ideolojik olmaktan çok ekonomik temelli olarak gelişmiştir. Darbe yönetiminin tüm fikirleri, ideolojileri, kimlikleri baskıladığı, kitapları yaktığı ‘distopik’ sıkı yönetim döneminden sonra özel televizyonlarda art arda ‘Siyaset Meydanı’,’32. Gün’ gibi tartışma programları yayınlanmaya başlandı. Fakat televizyon eğlenceli sunulmayan, eğlendirmeyen her şeyi bir bir aforoz etti ve nihayetinde sıradan insana şöhret vaat eden ‘reality show’ların dönemi başladı.

Kitle kültürü, post-truth (gerçeklik sonrası) dönemde ortaya çıkmıştır. Post-truth dönemde gerçekler istenmeyen, sıkıcı ve yıkıcıdır. Post-truth dönemin görsel kitle kültürü insanları, gerçeklerle yüzleşmekten, sıkıcı haber kanallarını izlemekten hoşlanmazlar. Hal böyle olunca, medya sektörü de gerçeklik sonrası döneme hızlı bir şekilde ayak uydurdu ve sıkıcı olan gerçekleri saklamak için büyük bir çabaya girişti. Yeni milenyumda televizyon kanalları art arda Popstar, BBG gibi yarışma programları ile doldu. Görsel kitle kültürü insanı tarafından büyük bir ilgi ve beğeni ile karşılanan ‘gerçeklik sonrası gerçeklik programları’ her kanalda kendisine yer bulmaya başladı. Böylece Türkiye’nin görsel kültür çağı halkın talepleri ve medya sektörünün muazzam çabası (!) ile başlamış oldu. Sıradan insanın şöhreti ve şöretin sıradanlığı dönemi… Artık televizyonda eğlendirmeyen hiçbir şeye yer yoktu. Sıkıcı haberlerin televizyondan aforoz edildiği, ‘haberin bile magazinelleştiği’, her şeyin eğlenceli bir şekilde sunulduğu Meşhuriyet Çağı böylece başlamış oldu. Ölüm bile bir şölen gibi sunulmalıydı artık reyting uğruna. Yakın dönemde vefat eden Prens Charles’in ölümünün ekranlarda nasıl sunulduğunu hatırlayın…

‘… ne yaparsanız yapın ekranda ister siyaset ister tartışma ister bilgi ya da düşünce paylaşımı ve isterseniz de vaizlik, ama mutlaka eğlenceli yapın!..’ (s. 217).

Meşhuriyet Çağı’nın MESH (Medya, Eğlence, Show) Endüstrisi’nde her şey ve herkes metalaşmaktadır. Yegâne amacın eğlendirmek olduğu Meşhuriyet Çağı’nda din, eğitim, ölüm, evlilik ve dahası eğlence için birer araca dönüşmektedir. İnsanın kendisi dahi bir özne olmaktan çok bir araca dönüşmüştür bu çağda. 2000’li yıllara gelindiğinde insanlar meşhur olmak, zengin olmak ve en önemlisi var olmak adına reality showların kapılarını aşındırmaya başladılar. Ekranlar adeta ‘insanat bahçelerine’ döndü. Ancak modern çağın bir utancı olarak karşımıza çıkan insanat bahçelerinden farklı olarak geç-modern çağda insanlar insanat bahçelerine koşa koşa kendi rızaları ile kapatıldılar. Çünkü seyredilmek, var olmak için her şeyin mubah olduğu bir çağdır Meşhuriyet Çağı. Nasıl olursa olsun görünür olmak bu çağın öncül kriteridir. Bu yüzdendir bugün İnstagram hesabı olmayan insanların varlığını kabul edemememiz, onlar görünmemeyi daha da önemlisi var olmamayı seçmişlerdir. Meşhur olma histerisinin herkesi sardığı bu dönemde nasıl seyredildiğinizin bir önemi yoktur. İster bir kahraman ister bir cani ster maktul… İnsanların nasıl da canla başla bir cinayeti aydınlatmaya (!) televizyon kanallarına akın ettiğini gözünüzün önüne getirin. Bir cinayetin tanıklarının, sanığının ve maktulünün günlerce prime timeda kalarak nasıl şöhrete kavuştuklarını bir düşünün…

“Meşhur olma isteği elbet her devirde mevcuttu. Ama böylesi bir kitlesel arzuya dönüşmüş olması, zamanımıza özgü. Kimsenin kimseyi umursamadığı, herkesin herkesten ürktüğü bir ‘kalabalık yalnızlıklar’ dünyasında var olmanın ve var sayılmanın yolunun artık çok daha fazla ‘görünmek ve tanınmaktan geçtiği sanısında insanlık. Bu, kaçınılmaz bir şekilde meşhurluk hevesini kamçılıyor’’ (s. 17).

Bu çağın insanları okumdan değil, seyretmeden duramayan insanlardır. Denetim, Marcuse’un Tek Boyutlu Toplum kitabında belirttiği gibi ‘hoş bir denetim’e dönüşmüştür. İnşalar eğlenceye ve hazza boğularak denetlenmektedir. Bir önceki çağda sıkı yönetim ile denetim altına alınmaya çalışılan, okumaması için kitapları yakılan insanlar, bu çağda denetimin arzulayıcıları konumundadırlar. Meşhuriyet Çağı’nda Huxley’in distopyası gerçekleşmiş, insanların okumaması, düşünmemesi için kitapların yakılmasına gerek kalmamıştır. Meşhuriyet Çağı, akıl tutulmasının şahikasıdır. Acun ise bu çağın yeni kutsalıdır. Devletin yüzyılda gerçekleştiremediği denetimi Acun, yalnızca bir on yılda gerçekleştirebilmiştir. Kenan Evren’in koskoca bir ordu ile başaramadığını Acun başarmıştır. Acun Ilıcalı Meşhuriyet Çağı’nın gerçekleşmiş rüyasıdır. Bugün genç, yaşlı, kadın, erkek herkesin idolü olan Acun belki de Meşhuriyet Çağı’na geçişin en önemli aktörüdür.

Bu çağ, kendisini güncellemeyen her olguyu ve herkesi dışarıda bırakmaktadır. Yeni kutsalımızın televizyon olduğu Meşhuriyet Çağı’nda en kutsallarımız bile metalaşmaktadır. Dinin kendisi bir amaç olmaktan çıkmış ve televizyonda görünmenin, seyredilmenin bir aracı haline gelmiştir günümüzde. İslam’ın haram kıldığı her şey Meşhuriyet Çağı’nda helal kılınmaktadır. İslamcılıktan, post İslamizm aşamasına geçilmiştir. Anti kapitalist olan İslamcılık ‘dinbaz Akp iktidarı’ ile birlikte yerini kapitalist post İslamizm’e bırakmıştır. Hal böyle olunca din, namaz ve hatta Kuran dahi kapitalizmin birer aracı olarak karşımıza çıkmaktadır Meşhuriyet Çağı’nda. Tesettür moda haftaları, Kuran okuma yarışmaları iftar ve sahur programları ve dahası büyük izleyici kitlelerine ulaşmaktadır. Ancak televizyon asla sıkıcı ve ciddi olanı bünyesinde barındırmamaktadır bu çağda. Bu yüzden İslam alimleri de televizyonlarda adeta enkırmenler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Zekeriye Beyaz, Cübbeli Ahmet Hoca, Adnan Oktar, Ömer Çelakakıl ve niceleri bu çağın yeni ankırmenleridir. Nihat Hatipoğlu’nun bir iftar programında Geef Low Musab Güngör’ün ilahi rap söylediği sahneyi anımsayın. Programdaki izleyicilerin kendilerinden geçmiş halde bu yeni ilahi rapi nasıl da büyük bir keyifle dinlediklerini düşünün. Bir yirmi yıl önce olsa hükümet, İslam alimleri ve halk tarafından büyük bir tepki ile karşılanacak olan bu olay, bugün getirdiği büyük reyting sayesinde takdir toplamıştır. Meşhuriyet Çağı reyting uğruna her şeyin meşru olduğu bir çağdır.

‘Vaaz Hiçbir Şeydir, Reyting Her Şey’ (s. 216).

En kutsal olanın dahi şöhret yolunda bir araç olduğu Meşhuriyet Çağı’nda ‘çocukluk’ da tüketimin bir aracı konumuna gelmiştir. Modern çağın bir buluşu olan çocukluk, kültür endüstrisinde bir sermaye, çocuk ise bir tüketicidir. Modern dönemde ihtiyaca yönelik üretim ve tüketim pratikleri gerçekleştirilmekteydi. Ancak geç modern dönemde üretim, tüketimden önce gelmektedir. Önce ürün üretilmekte, sonra ürünün tüketicisi yaratılmaktadır. Çocuklar da endüstrinin yarattığı yeni tüketicilerdir. Pre-modern dönemde çocukların bir an önce yetişkin olması ve üretime katılması gerekmekteydi, bu yüzden çocukluk diye bir kategori yoktu. Çocukluk, eğitimin kurumsallaşmaya başladığı modern dönemde ortaya çıktı. Modern döneme gelindiğinde kapitalist sisteme işçi, orduya asker ve ulus devlete vatandaş yetiştirmek amacı ile eğitim endüstrisi ortaya çıktı. Eğitim kurumlarında çocuklar artık devletin çocukları oldu ve çocukluk kurumsallaştı. Ancak modern dönemde yükselen çocukluk, geç modern dönemde tekrar düşüşe geçti. Pre-modern dönemde üretime katılmak için yetişkin aşamaya bir an önce geçmesi gereken çocuğun, post-modern dönemde bir an önce tüketime katılması için yetişkin olması gerekmektedir. Bugünün çocuklarının, çocuk olmalarına vakit yoktur. Meşhuriyet Çağı’nda çocukluk da metalaşmıştır. Bu yüzden bugünün çocukları birer yetişkin minyatürleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Çocuklar için özel ve özenle hazırlanan reality showlarda topuklu ayakkabıları, takım elbiseleri ile küçük hanımefendiler ve beyefendiler olarak izlediğimiz çocuklar MESH Endüstrisinin yaratımlarıdırlar. Meşhuriyet Çağı’nın çocukları, kültür endüstrisinin hem metaları hem de tüketicileri konumundadırlar.

‘Sözün özü, çocukluk yok olmadı, ‘sermaye’ oldu’ (s. 257).

Meşhuriyet Çağı, teknolojik gelişim ile birlikte muazzam bir hız kazandı. Önceden yalnızca ekranla sınırlı olan görsel medya ve iletişim artık her an yanımızda. Cep telefonları ve bilgisayarlar görsel medyanın her an bizimle olmasını sağladı. Kitle kültüründen kaçmak ve seyretmeden durmak imkânsız hale geldi. İnsanların makinelere hükmettiği çağ geride kaldı. Bugün makinelerin insana hükmettiği çağdayız. İnsanlığın hayatını kolaylaştırması için üretilen makineler, kültür endüstrisinde insanlığı yönetmeye başladı. Bugün cep telefonsuz sokağa çıkmak artık imkânsız hale geldi. Oturacağımız yeri belirleyen temel faktör prize yakınlığı oldu. İnsan nesne, teknoloji politik özne haline geldi. Seyretmeden duramadığımız Meşhuriyet Çağı’nda seyir küçük bir ekranla (küçük evren) ceplerimizde de kendisine yer buldu. Meşhuriyet Çağı, sıkıcı olan her şeyi gündelik hayattan aforoz ettiği gibi yavaşlığı da reddetti. Bugün bir hız çağında yaşıyoruz. ‘Anı yaşarken sadece geçmişi değil, bugünü de değil fakat geleceği bile ‘tarih’ kılan bir tekno hıza erişmiş bulunuyoruz’. Sonrası ise insanlığın kıyameti olsa gerek. Kitle kültürü çağında tüketim, şöhret ve hız fetişizmi kâbusumuz oldu. İnsan, kendi avantajını (kültür) lehine kullanmayı başaramadı ve Dünya’nın virüsü haline geldi. Teknoloji ile gezegenin sınırlılıklarını ve sınırlarını da aşabileceğine inanan insan, geleceği Mars’a taşımaya karar verdi. Ancak Dünya’nın virüsü elbet Mars’ı da yok edecektir.

Bugün ekranlarda sürekli gördüğümüz distopyalar, gerçeğe çok yakın ve bir o kadar uzak görünmektedirler. Huxley’in günümüzde gerçekleşmiş olan distopyası yayımlandığı dönem gerçeğe ne kadar uzak görünüyorsa, bugün post-apocaliptic (kıyamet sonrası) senaryolar da gerçeğe bir o kadar uzak görünmektedirler. Ancak Huxley’in distopyası bir yüzyıl geçmeden gerçekleşti, Dünya’yı yaşanamaz bir hale getirmemiz de o kadar sürmeyecektir. Meşhuriyet Çağı’ndan sonrası Mars Çağı olacak gibi görünmektedir.

‘El birliği ile üretip içinde yaşar olduğumuz bir ‘kıyamet cehennemi’ndeyiz’ (s. 293).

Sonuç Yerine

Tarihsel süreçte üç kültür kategorisi bulunmaktadır. Folk kültür, popüler kültür ve kitle kültürü. Folk kültür pre-modern dönemde geçiminin tarımla sağlandığı, uzmanlaşmanın ve iş bölümünün sınırlı olduğu toplumlarda görülen gündelik hayat kültürüdür. Folk kültür aşamasında kültür insanlardan tarafından yaratılmakta ve sosyalizasyon sürecinde bir araç olarak kullanılmaktaydı. Sanayi devriminden sonra kente yaşanan yoğun göç ile birlikte popüler kültür aşamasına geçildi. Popüler kültür, folk kültür ile kitle kültürü arasında bir aşama olarak karşımıza çıkmaktadır, hem folk kültüründen hem de kitle kültüründen esinler taşımaktadır. Popüler kültür ‘işçi sınıfın kültürü’dür. Popüler kültürün başlı başına bir endüstri (kültür endüstrisi) haline geldiği aşama ise kitle kültürüdür. Toplumlar mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçtiklerinde, folk kültür yerini kitle kültürüne bırakmıştır. Folk kültür aşamasında kültürün üreticisi olan insan, kitle kültürü aşamasında kültürün tüketicisi konumuna gelmiştir. Folk kültür sözlü kültür ile, popüler kültür yazılı kültür ile, kitle kültürü ise görsel kültür ile ilişkilidir. Bugün içerisinde bulunduğumuz aşama ‘görsel kitle kültürü’ olarak ifade edilmektedir.

Tayfun Atay, görsel kitle kültürü aşamasını bir Meşhuriyet Çağı olarak ifade etmektedir. Bu çağın mottosu ‘görünüyorum o halde varım’dır. Descartes’in ‘düşünüyorum o halde varım’ yargısı yerini ‘görünüyorum o halde varım’ yargısına bırakmıştır. Bu çağda Bauma’ın ‘tüketiyorum o halde varım’ yargısı bile hükmünü kaybetmiş görünmektedir. Meşhuriyet Çağı’nda var olmanın öncül koşulu görünmektir. Tüketmek yetmemektedir, imaj çağı tüketilenin gösterilmesi gereken çağdır. Bireylerin dahi birer özne olmaktan çıkıp metalaştığı bu çağda ‘görünmeyen’ bireyin varlığı kuşkuludur. Bu yüzden nasıl olursa olsun meşhur olmak tek amaç haline gelmiştir. Bunun dışında her değer, her olgu ve her birey şöhret yolunda araçsallaşmaktadır.

Post-truth (gerçeklik sonrası) dönemde ortaya çıkan kitle kültürüne Türkiye batılı toplumlara nazaran 50 yıllık bir gecikme ile sıkışarak ve sıçrayarak ulaşmıştır. Ancak büyük bir atılımla batılı toplumlara yetişmiştir. Türkiye’de kitle kültürünün başlangıcı olarak özel kanalların televizyonda yer almaya başladığı 1990’lı yıllara işaret edilmektedir ancak kitle kültürü yeni milenyum diye tabir edilen 2000’li yıllarda doruk noktasına ulaşmıştır. Medya, devletin ideolojik aygıtı olmaktan çıkmış ve halkın eğlence aygıtına dönüşmüştür. Post-truth (gerçeklik sonrası) dönemde ortaya çıkan görsel kitle kültüründe gerçekler sıkıcı ve yıkıcıdır. Bu yüzden sıkıcı olan gerçekler, televizyondan bir bir aforoz edilmiş ve 2000’li yıllara gelindiğinde sıradan insana şöhret vaat eden reality showlar dönemi başlamıştır. Böylece Meşhuriyet Çağı’na giden yolun önü açılmıştır. Sıradan insanın şöhreti, şöhretin sıradanlığı dönemi… Görünmek, var olmanın öncül koşulu haline gelmiştir. 2000’li yıllarda Popstar, BBG gibi programlar ile başlayan Meşhuriyet Çağı’nda insanlar para, şöhret ve en önemlisi var olmak adına reality showların kapılarını aşındırmaktadırlar.

Bu çağ, sıkıcı ve ciddi olan her şeyin büyük bir hızla dışarıda bırakıldığı, haberin bile magazinelleştiği, ölümün dahi bir şölen olarak sunulduğu çağdır. Çünkü bu çağda yegâne amaç eğlendirmektir. Eğlence adına her şey ve herkes birer araca dönüşmektedir. Din, eğitim, ölüm ne anlatılıyorsa anlatılsın eğlenceli olmalıdır. İnsanlar eğlendirilerek ve hazza boğularak denetlenmektedirler. En kutsal olan dahi ekranda görünmek ve eğlendirmek adına bir araca dönüşebilmektedir. Bilginin ve düşüncenin hiçbir önemi kalmamıştır, önemli olan görünmek ve eğlendirmektir. Üniversite hocalarının yerini enkırmenler almıştır. Bugün bir bilim insanı geldiğinde dolmayan konferans salonu, bir ‘şöhret’ geldiğinde dolup taşmaktadır. Bir bilim insanının yazdığı kitap 2. Basıma bile ulaşamazken, bir ‘fenomen’in yazdığı (!) kitap aynı hafta best-seller olmaktadır. Çünkü Meşhuriyet Çağı’nde şöhret kapısını aralamayan her bilgi yararsızdır. Sıkıcı olan her gerçekten bulaşıcı bir hastalıktan kaçar gibi uzak durulmaktadır. İmitasyonun gerçeğinden daha önemli olduğu bir dünya içerisinde gerçekliğin yerini simülarklar almaya başlamıştır. Meşhuriyet Çağı simülarkların gerçekten daha gerçek kabul edildiği dönemdir.

Kaynakça

Atay, T. (2017). Görünüyorum O Halde Varım / ‘Meşhuriyet Çağı’nda Kültür ve İnsan. İstanbul: Can Yayınları.

thumbnail
Önerilen Yazı
Byung- Chul Han: Şeffaflık Toplumu Kitabı Üzerine Eleştirel Bir Analiz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir