Özet
Feminizm, 18. Yüzyılın son çeyreği ile başlayan bir harekettir. Bu hareketin amacı özel ve kamusal alanda cinsiyet eşitliğini sağlamaktır. İlk dönem kadın mücadelesinde cinsiyet, toplumsal cinsiyet, kadının özne olup olması gibi tartışmalar yapılmamıştır. 1950’lerden sonra ikinci dalga feminizmle birlikte ilk defa kadınların neden insani haklarından mahrum bırakıldıkları ile ilgili derinlikli tartışmalar yapılmıştır. Bu tartışmalara Simone De Beauvoir öncülük etmektedir. Ona göre, kadının yıllarca mülksüzleştirme halinde yaşamasının nedeni biyolojik cinsiyet farklılığından dolayı değil, toplumun cinsiyet üzerinden tanımlamasından dolayıdır. Yani Beauvoir, cinsiyetin özcü olduğu kabul etmiş ancak kadının dışlanmışlığının toplumla alakalı olduğunu belirtmeye çalışmıştır. Judith Butler ikinci dalga feministlerin bu görüşlerini kabul etmez, hatta eleştirir. Ona göre, sadece toplumsal cinsiyet değil, cinsiyetin kendiside toplum tarafından inşa edilir. İkircikli Cinsiyet toplum tarafından yaratılan bir şeydir. Onun için, cinsiyet sabit değil, olumsaldır. Gündelik toplumsal dil söylemleriyle performatif bir şekilde üretilir. Butler’a göre, bebek dünyaya geldiğinde cinsiyetsizdir. Onu cinsiyetlendiren toplumun kendisidir. Hiç şüphesiz Butler’ın ortaya koymuş olduğu bu söylemler queer bireylerinin bedenlerine alan açmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Cinsiyet, Toplumsal Cinsiyet, Özcü, Olumsal, Biyolojik, inşa, Performatif
Başlıklar
Giriş
Cinsiyet ve cinsellik ayrımı feminist düşünürler için belirleyici bir önem taşır. Bu açıdan 1950’lerde feminist kuramcılara göre cinsiyet, toplumsal cinsiyeti belirleyen, gösteren ve yönlendiren bir kavramdır. Bu düşünürlere göre kadınlık her
1 Giresun Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi 192031003
ne kadar toplum tarafından şekillenen, inşa edilen bir şey olsa da cinsiyet özsel bir kavramdır. Bu düşünürleri tekrar okumaya çalışan Butler ise, cinsiyeti biyolojik bir kavram olarak ele almaz. Ona göre, cinsiyet kavramı dil bilimsel pratiklerle toplum tarafından inşa edilen bir şeydir. Cinsel yönelimleri belirleyen kültürel kodlardır. Butler’a göre, bebek dünyaya geldiği andan itibaren toplumsal söylemler bebeğe öğretilerek bebek sürekli performatif bir şekilde bunları yineler, bunlar tekrar edildikçe bebek iktidar mekanizmasının içerisinde tabi hale gelen bir varlık olur. Butler’a göre, iktidara bağımlı hale gelen çocuk, toplumsal söylemleri yineleyerek cinsiyeti inşa edilir. (Taburoğlu, 2013: 9-10).
Bizim cinsiyetin biyolojik mi, yoksa inşa mı? Tartışmasında amacımız insan kromozomlarının DNA’sına bakarak cinsiyeti ele almak değildir. Başka bir deyişle bilimsel olarak cinsiyetin sabit mi, yoksa değişken mi? olduğu kanıtlamak gibi bir derdimiz yoktur. Onu kanıtlamaya çalışmak zaten sosyal bilimcinin işi değil, fen bilimleri ile uğraşanların işidir. Biz burada cinsiyet tartışmasının toplumsal boyutuna odaklanmayı hedefliyoruz. Amacımız bu tartışma da feminist kuramsal çerçeveden ayrılmamaktır. Beauvoir’un biyolojik cinsiyet ve Butler’ın cinsiyetin inşa olduğu söylemi üzerinden tartışma yürütülmeye çalışılmıştır. Yani aslında cinsiyet gibi uç bir noktayı tartışmanın feminist harekete katkısı olup, olmadığı belirtilmek amaçlanmaktadır. Daha sonra makalemiz de LGBT hareketinin kısa bir tarihi verilip, Butler’ın cinsiyetin olumsal olduğu söylemlerinin queer bireylere alan açıp açmadığı tartışması yürütülecektir.
1.İlk Dönem Kadın Mücadelesi
Feminizm kelimesi Latincede “femine” kökünden gelip, kadın anlamında kullanılmaktadır. Kadın haklarını savunan ilk eser 1792’de yayınlanan Mary Wollstonecraft’un ‘kadın haklarının gerekçelendirilmesi’ adlı yapıtıdır. Bu eserle birlikte kadın mücadelesi başlamıştır. Wollstonecraft, bu kitabında kadınların oy kullanma, eğitim, eşit yurttaşlık ve mülkiyet hakları gibi eşitsizlik yaratan durumlar üzerinde durmuştur (Taş, 2016: 165). Feminizm kuramı ilk ortaya çıktığında kadının; kadın olduğu için maruz kaldığı zorluklar, ezilmişlikler ve dışlanmışlıkları inceleyen sınıf, ırk, ulus, din, dil vb. unsurlarda kadınların yaşadığı sorunları dile getiren bir yaklaşımdı. Bütün insan ilişkilerinde cinsiyet eşitliği temelinde dünyayı
yeniden düzenlemeyi hedeflemektedir (Slattery, 2014: 137). Feminist kadınlar ilk ortaya çıktığından buyana toplumsal şartlara göre, farklı dönemlerde farklı taleplerde bulunmuşlardır. Bundan dolayı Feminizmi tek bir dalgada ele almak çok zordur. Feminizm tarihini üç evre de toplamak mümkündür.
Birinci dalga feminizm 1850-1920 yılları arası dönemi kapsamaktadır. Modernizm, Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi ekseninde ortaya çıkmıştır. Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan eşitlik, özgürlük, ulus, milliyetçilik, vb. kavramlar kadınları etkilemiştir. Endüstri devrimiyle birlikte kadınlar iş hayatına girmiştir. Az da olsa belli bir ücret kazanan kadınlar diğer dönemlere göre kendilerini daha çok özgür hissetmişlerdir. Bu da kamusal alanda görünürlülüklerini artırmıştır. Bu dalga, daha çok liberal ve sosyalist kadınları kapsamaktadır. 1850’lerde ABD’de köleciliği ortadan kaldırmak için işçi sınıfı ve köleler alanlarda mücadele ediyorlardı. Birinci dalga feministler bunlardan etkilenip, kadınlar için eşit haklar talebinde bulunmuşlardır. Bu kadınlar, sosyo-ekonomik seviyesi yüksek, eğitimli kadınlardan oluşan bir gruptur. Bu dönemdeki kadınlarda henüz özel, kamusal ve toplumsal cinsiyet tartışmaları başlamamıştır. Bu dönemdeki kadın grupları oy kullanma ve eğitim hakları üzerinde durmuşlardır (Aydemir ve Özdemir, 2019: 262). 20.Yüzyılın başlarında çoğu Avrupa ülkesi başta olmak üzere kadınlar ortaya koymuş oldukları talepleri elde etmişlerdir. 1920-1960 yılları arasında Dünya’da savaşların yaşanması, ekonomik buhranlar, otoriter devlet adamlarının seçilmesi kadın mücadelesini sekteye uğratmıştır. Bu dönem de kadınlar belli bir varlık gösterememişlerdir.
2.Cinsiyet /Toplumsal Cinsiyet Ayrımı
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Dünyada özgürlükçü ortamın oluşmasıyla birlikte kadın hareketinde canlanma yaşanmıştır. İkinci dalga feminizm bu dönemde başlar. Simone De Beauvoir ‘İkinci Cins’ adlı kitabında değindiği “kadın doğulmaz kadın olunur” ya da “kadınların kurtuluşu karınlarından başlayacak” gibi söylemleri feminizmin İkinci Dalgası tarafından slogan haline getirilmiştir (Beauvoir, 1993: 231). Beauvoir, ilk defa sorunun nerden kaynaklandığı ile ilgili analizler yapmış, cinsiyet eşitsizliğinin biyolojik farklılıktan kaynaklanmadığın üzerinde durmuştur. Beauvoir (1993: 240)’a göre, biyolojik cinsiyet farklılığı vardır. Yani erkek ve kadın farklı cinsiyet kimliklere sahiptir. Ancak ona göre, kadının yıllarca “öteki” olarak
tanımlamasının arkasında bu farklılık yatmamaktadır. Kadının ataerkil toplumlardan bu yana “öteki” olmasının arkasında toplumsal ve kültürel kodlar yatmaktadır. Beauvoir, ikinci cins kitabında “toplumsal cinsiyet” kavramını kullanmamıştır. Fakat toplumsal cinsiyet kavramının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Ondan sonraki feminist düşünürler toplumsal cinsiyet kavramını kullanmışlardır. Bu dönemden sonra toplumsal cinsiyet feminist teorinin merkezinde yer almıştır. (Erbaş, 2018: 77). Ezcümle, Beauvoir cinsiyetin özcü olduğu belirtmiştir. Ancak kadın erkek arasında cinsiyet eşitsizliğin biyolojik olmadığı toplumsal olduğunu vurgulamaya çalışmıştır.
Toplumsal cinsiyet oldukça geniş bir kavramdır. Toplumsal cinsiyet, toplumun ortak alanlarında bizi nasıl gördüğüyle alakalıdır. Kamusal alanda cinsiyet üzerinde ‘ayrım’ olarak görülebilir. Toplumsal cinsiyet: kamusal ve özel alanda toplumun kadın ve erkeğe farklı roller ve statüler vermesidir. Kadın ve erkek ailede veya toplumda iç içe yaşasa dâhil erkek ve kadının sorumlulukları farklıdır. Örneğin kadına evin içinde bir rol biçilirken (ütü, yemek, çocuk ve bulaşık yıkamak vb.) erkeğe ise, evin dışında kamusal alanda çalışma rolü biçilmiştir. Toplumsal cinsiyet iş bölümü, kadınlarla erkekleri farklılaştırmakla kalmaz, aynı zamanda ekonomik, siyasal, eğitim, sağlık vb. alanlarda kadın açısında eşitsizlik bir durumu doğurur. (Özaydınlık, 2014: 94).
Türkiye toplumuna baktığımızda toplumsal cinsiyet rolleri çok açık bir şekilde görülmektedir. Kız bebeklerine annelik, yumuşaklık, sevecenlik, hamaratlık, öğretilirken, erkek bebeklere ise, savaşçılık, sertlik, yiğitlik, güçlü olma öğretilir. Türkiye ataerkil aile yapısının güçlü olduğu bir ülkedir. Toplumsal cinsiyet farklılaşması her yerde kendisini göstermektedir. Örnek vermek gerekirse, erkekler taziyelerde ağlamamaktadırlar. Ölen kişi çok yakın bir akrabası olsa bile, erkek ağlamayı zayıflık ve eksiklik olarak görmektedir. Taziye’nin içinde kadın ağlama sesleri duyulurken erkek ise ya hiç ağlamaz yâda kıyıda köşede bir yerde ağlamaya çalışmaktadır. Ataerkil toplum, Toplumsal inşa sürecinde biyolojik cinsiyet üzerinden tanımlama yapar. Türkiye’de valiler, milletvekilleri, başbakanlar, belediye başkanları vb. gibi siyasetçilerin büyük çoğunluluğu erkektir. İnşaatlarda çalışanların hemen-hemen hepsi erkektir. Sayısal zekâ gerektiren mühendisler erkek iken,
psikologlar ve sosyologlar daha çok kadın olarak bilinir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Feminizmin ilk dönemlerinde cinsiyetin ne olduğu Tartışmaları yaşanmamıştır. Kadının yıllarca öteki olarak konumlanmasının arkasında neler olduğu ile ilgili derinlikli analizler yapılmamıştır. Cinsiyet tartışması feminist literatürde ilk defa Beauvoir tarafında yapılmıştır. Beauvoir’un amacı, cinsiyetler arası eşitsizliğinin nereden kaynaklandığı başka bir değişte kadının dışlanmışlığının kökeninin nereye dayandığı bulmaktı. İkinci Cins adlı kitabında eril ve dişil cinslerin farklı olduğu, yani cinsiyetin özcü olduğunu, ancak sorunun kaynağın bu olmadığı belirtmeye çalışmıştır. Çünkü ona göre, sorunun kaynağı toplumun kendisidir. Toplum, farklı cinsiyetler üzerinden tanımlama yaparak kadını yıllarca insani haklarından mahkûm etti. Beauvoir bu analiziyle feminizmin teorik yapısında yıllarca sürecek tartışmaların fitilini ateşlemiştir.
3.Cinsiyetin Performe Edilmesi
Günümüzde sorunların çoğunun çözüldüğü, kadınların eskisi gibi dışlanmadığı, özgür bir dönem varmış gibi görünse dahi, çoğu ülke de hala kadın, sosyal ve politik alanda ikincil konumda yaşamını sürdürmektedir. İşte bu yüzden çoğu düşünüre göre kadın özgürlüğü için daha derinlikli tartışmalar yapılması gerekir. Bu bakış açılarına göre, cinsel farklılıklar tanındığında kadın sorunu da kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Yani bunlara göre, feminist düşünürlerin artık cinsel farklılıklar üzerinde durması gerekir. Çünkü sorun cinsel özgürlük sorunudur. Feminist yazarların ikili (kadın-erkek) cinsiyet ayrımını reddetmesi gerekir. Sorgulanması gereken şey cinsiyetin ne olduğu, yıkılması gereken şey de cinsiyete dayalı sınıflandırma olmalıdır (Aybakan Saliya, 2013: 36). Butler bu düşünürlerin başında gelmektedir. Butler (2008: 12) yazdığı ‘Cinsiyet Belası’ Kitabı’nın ön sözünde amacını açıkça ifade etmektedir: Ona göre: “hedefinin, feminizmin içinde feminizme eleştirel bir bakış açısı yöneltmektir. Feminizmin içinde doğacak bir eleştirinin feminizme zarar vereceğinden çok onu zenginleştirir. Onun en çok tepkisi feminizmin heteroseksüel bakış açısınadır. Bu bakış açısı bazı cinsiyetleri dışlar. Onun için yapılması gereken onlara alan açmaktır.”
Feminizm anlayışına sunduğu farklı bakış açıları ile dikkat çeken post- yapısalcı düşünür Butler, 90’lı yıllardan bu yana özne, beden, toplumsal cinsiyet, cinsel kimlik kavramları üzerine çalışmaktadır. Dünya da ve Türkiye’de tanınırlığı Cinsiyet Belası adlı eseriyle olmuştur. Bu aynı zamanda queer kuramın en temel metinlerinden bir tanesidir. Toplumda eşcinselliğine yönelik negatif ayrımcılığı önüne geçmeye çalışan, eşcinselliğe alan açmaya çabalayan Butler, toplumsal normlara uymayan ve baskılanan bireylerin nasıl bir hayat sürecekleri üzerine fikirler geliştirmiştir. Bu nokta da bütünlükçü bir siyaset geliştirmeye çabalayan Butler, queer kuramına yeni bir yaklaşım getirmiştir. Butler, ‘queer yoldaşlığı’nı her türlü nefret ve ayrımcılığı, ırkçılığı ve kadın düşmanlığını karşısına alan ortak bir tepki oluşturmayı amaçlayan bir yaklaşım olarak ifade etmiştir. Butler’ın amacı toplumsal normallikleri ‘yapı söküme’ uğratmaktır. Ona göre, iktidar bazı özneleri siyaset alanının dışına iter. Bu noktada onun amacı dışlanan yok salınan özneleri alarak yeni bir demokrasi anlayışı geliştirmektir. Bu bağlamda günümüze kazandırdığı ‘performatiflik’ kavramının etkilerini günümüzde feminizm ve LGBTİ hareketinde görmek mümkündür (Ulutaş, 2020: 1).
Feminist düşünürler 1970’li yıllardan itibaren cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiyi tanımlamaya çalışmış, bu yaparken de cinsiyeti biyolojik, özcü olarak ele almışlardır. Toplumsal cinsiyeti ise toplumun cinsiyet üzerinden tanımlaması olarak görmüşlerdir. Butler, feminist düşüncenin yalnızca erkek ve kadın eksende ilerlemesine karşı çıkmış, bu kavramları tekrar tanımlamaya çalışmıştır. Freud’un toplumsal cinsiyet yaklaşımı ‘biyoloji kaderdir’ üzerine kuruludur. Feminist düşünürler ise buna karşı, ‘kültürün kader’ olduğunu vurgularlar. Yan kültürün cinsiyeti inşa ettiğini belirtmeye çalışırlar. (Erbaş, 2018: 78). Cinsiyetin biyolojik kader olduğunu kabul ederek yapılan cinsiyet ve toplumsal cinsiyet tartışmalarının eksik kalacağını ifade eden Butler bunu kabul etmek demek gerçeğin gözden kaçırmak demektir.
Butler (2008: 133-136) göre, sadece toplumsal cinsiyet değil, cinsiyetin, kendisinin de toplumsal normlar tarafından inşa edilir. Ona göre, cinsiyet özcü değil performatif bir şekilde üretilmektedir. Biyolojik olarak verili cinsiyet üzerine toplumsal cinsiyetin kurulduğunu; cinsiyetin öze ait bir nitelik olmasından ötürü,
cinsiyetin bireyin eylemleriyle toplumsal bir karakter kazandığını vurgulamaya çalışmaktadır. Bu açıdan cinsiyet ile ilgili söylemler eril ve dişil bireylere toplum tarafından sürekli tekrarlatılır. Bu söylemler sürekli döngüsel bir şekilde hatırlatılır. İnsanlar bunu performans haline getirerek sürekli rutin bir eylem gibi yenilerler (Butler, 2008: 138).
Butler’a göre, bireylere çocukluktan itibaren dilsel aktarım sayesinde içinde bulunduğu toplumun değerleri, inançları öğretilir. Anne karnındaki bir bebek cinsiyetsiz bir nesneden başka bir şey değil, bebek doğduktan sonra bebeği cinsiyetlendiren toplumun kendisidir (Butler, 2014: 7). Yani toplum dil aracılığıyla söylemler üreterek bebeği cinsiyetlendirir. Türkiye toplumuna da bakıldığında erkekler lehine üretilen çok sayıda söylemin olduğu kolaylıkla görülebilir. Mesela Anadolu da ‘evde kalmış’, ‘saçı uzun aklı kısa’, ‘elinin hamuruyla erkek işine karışma’, ‘karı gibi dönek olma’, ‘kızını dövmeyen dizini döver’, ‘oğlan doğuran övünsün kız doğuran dövülsün’, ‘kadın erkeğin şeytanıdır’, ‘erkeğin okumuşu kadı kadının okumuşu cadı olur’, ‘kadın gibi ol’ vb. gibi burada yazamayacak kadar argo ata sözler ve deyimler halk arasında kullanılmaktadır (Sofuoğlu Kılıç, 2010: 87-88). Ataerkil toplumların güçlü olduğu hemen-hemen bütün toplumlarda Butler’ın da söylediği gibi dil aracıyla üretilen söylemler eşitsizliği yaratır. Bu söylemler erkekleri yüceltirken, kadınları aşağıda bir cins olarak konumlandırmaktadır.
4.İktidar Ve Özne
İktidar deyince hiç şüphesiz her sosyal bilimcinin aklına Mıchel Foucault gelmektedir. Butler bedenin toplumsal alanda performatif davranışlarını tartışırken Foucault’dan yaralandığı için bizde burada Foucault değinmeyi önemli görüyoruz. Foucault, panaptikon metaforunu kullanarak diğer düşünürler gibi iktidarın sabit, görünür ve tek merkezden yönetildiği görüşüne katılmaz. Ona göre, iktidar aşağıdan yukarıya doğru işleyen, sabit bir merkezi olmayan, toplumu her yerden denetleyen bir yapıdır. Foucault’ya göre, iktidar toplumun her tarafına yayılmış yersiz, yurtsuzdur (Bilişli ve Çakmak, 2018: 325). Butler, Foucault’nun iktidarın her yerde olduğu görüşüne katılır.
Foucault’ya göre, iktidar, iktidarını sürdürmek için kendi eliyle antitezini yaratır. Ona göre, modern burjuvazi iktidarının olduğu her yerde direnme vardır. Çünkü iktidar hem kendi eliyle özne oluşturur, oluşturduğu özne üzerinden de denetim sağlar. Böylece iktidar özneyi tamamen dışlamaz, öznenin iktidara karşı kendisini var etmesi için alan açar. Ama iktidar bu alanı kendi hâkimiyetinde sınırlı bir alan olarak takdim eder. Böylece iktidar ve özne birbirinden ayrılamaz, birbirine bağımlı hale gelen iki yapı olarak ortaya çıkar (Ak gündüz, 2013: 4). Foucault yapıtlarında öznenin belli tarihsel söylemler ve pratikler yoluyla oluştuğunu açıklamaya çalışır. Özne kendiliğinden oluşamaz ve öznenin özgür olabileceği bir alan yoktur. Foucault’ya göre iktidar her yerde olduğu için öznenin iktidardan bağımsız bir alan bulma ihtimali yoktur. İktidara karşı yapılan protesto hareketleri onların özne olduğu anlamına gelmez. Çünkü o alanı onlara açan iktidarın kendisidir. Özne’nin iktidardan bağımsız bir alan bulması veya özgürleşmesi konusunda Foucault oldukça karamsardır.
1980’li yıllardan sonra modernizm’in temel ilkelerinin yerine alternatifler üretildiği, çoğu kavramının eleştirildiği bir dönem başlamıştır. Bu tartışmalar feminist epistemolojide de görülmüştür. En çok tartışılan kavramlardan bir tanesi özne nedir, özne özgür müdür, iktidarın olduğu bir yerde özne’nin iktidara direnme ihtimali var mıdır? Vb. gibi özne soruları feminist düşünürler tarafından tartışılmıştır. İkinci dalga feministler kadınları evrensel, tüm kadınların benzer sorunlarla karşılaştıklarını kabul ederlerdi. Kadın öznesini tek olarak görürlerdi. 80’lerden sonra Butler başta olmak üzere çoğu feminist düşünür tarafından bu eleştirilmiştir. Kadın tek değil kadın çoğuldur. Fransa’da soylu bir kadın ile Afrika’da yoksul bir kadının ezilmişliği aynı değildir. Toplumdan topluma, kültürden kültüre, bölgeden bölgeye kadının dışlanmışlığı farklıdır. Onlara göre sabit bir kadın öznesinden söz etmek imkânsızdır (Butler, 2005: 18).
Butler (2005) kadınlar kategorisinin soy kütüksel bir soruşturmasına girişir. Ve bu girişimin feminizmin içinde nasıl bir yol oynadığını göstermeye çalışır. Butler, feminizm kategorisini anlayabilmek açısından onun özne derken neyi kast ettiğine bakmamız gerekmektedir. Butler’a göre özne dilsel pratiklerle ortaya çıkar. Bireyler bu dilsel kategorilerle anlaşırlık kazanırlar. Bireyin özne olabilmesi için dilde
kurulmaları, dilsel bir kategori yoluyla dil içinde anlaşabilirlik kazanmaları gerekir. Dil pratikleri olmadan bireyin özne olma ihtimali yoktur. Nitelendirmeler ve çağrışımlar birey dünyaya geldiği andan itibaren başlar. Bebeğe ad vermek bunun en iyi örneklerinden bir tanesidir. Bebeğe ad verilerek ilk cinsiyetlendirme eylemi başlar. Yani bebek özne haline getirilir. Butler terminolojisinde özne olmak dilde var olmaktır. Butler’a göre, özne olmak tanımlanmış ve anlaşılabilmiş olmaktır. Bununda başlangıcı isim vermektir. Bebek isim verilerek tanınır hale getirildikten sonra kimliği oluşur. Butler’a göre kimlik özcü özelliklerinden dolayı bize verilmez, tam tersi toplum tarafından inşa edilen bir şeydir. Özneye biçim ve şekil vermek öznenin toplumsal normları tekrar etmesiyle oluşur. Bu tekrarlamalara Butler “edimsellik” adını vermektedir. Edimsellik bir toplumsal normların sürekli tekrar edilmesi olarak görülebilir. Ezcümle Butler’a göre ben, kişi, kimlik gibi kategoriler dilsel kategorilerdir. Bunlar bizim özümüzle alakalı değil, bunlar inşa edilen kavramlardır.
Butler sadece özneyi tanımlamakla yetinmez, bir bireyin nasıl özne haline getirildiğini tanımlamaya çalışır. Butler, Foucault’nun öznenin, iktidar tarafından tabi hale getirildiği görüşüne katılır. Ona göre tabi olma ve özneleşme özne olmanın temel koşuludur. Butler’a göre hiçbir birey özneleştirme süreci yaşamadan özne olamaz. Özne olmak için önce iktidara boyun eğmek gerekir. Foucault’ya göre, özne ve iktidarın ikircikli yapısı birbiriyle ilişkilidir. İktidar olmadan özne, özne olmadan da iktidar olamaz. Butler iktidarın olduğu bir yerde öznenin nasıl özgür olunabileceğini, daha doğrusu öznenin nasıl özne olabileceği konusunda Foucault’dan farklı düşünür. Hatta Foucault eleştirir. Ona göre Foucault’nun öznenin boyun eğerek nasıl tabi hale geldiğini detaylı açıklamadığını belirtir (2005: 20).
Butler, iktidarın özneyi yaratığını düşünür ancak öznenin iktidardan bağımsız hareket etmemesi konusunda Foucault’ya katılmaz. Ona göre, iktidar özne yaratır ancak bu demek olmuyor ki özne olmak imkânsızdır. Butler öznenin iktidara ilksel bağlılığı, özneni iktidara muhalefet etmesine teşkil etmez. Yani özne, kendi doğuşuna zemin hazırlayan iktidar koşullarına direnme olanağına her zaman sahiptir. Peki, özneyi var eden iktidarın hâkimiyetinden özne nasıl kurtulacaktır? Butler bu soruya dilsel pratikler cevabını vermektedir. Ona göre, iktidar söylemler üreterek
önce özneyi oluştur, sonra ona biçim verir ve günlük pratiklerde ona toplumsal normlar öğretilir. Özne, kültürel normları tekrar ederek onlara bağımlı hale gelir. Ancak özne, bu söylemlere alternatifler ürettiğinde iktidardan kurtulabilir (Butler, 2005: 36). Eğer özne toplumun ona biçtiği söylemleri yapı söküme uğratmayı başarırsa iktidarın tekelinden kurtulacaktır. Başka bir deyişle toplumsal normlara uymasa toplumun cinsiyet inşasını değiştirecektir.
Butler, öznenin var olma koşulunun bağlılık olduğunu düşünür. Hiç bir özne bağlı olmadan özne olamaz. Butler burada bir bebeğin annesine bağlılığı örneğini verir. Bunu ilksel bağlılık olarak düşünür. Eğer iktidar özneleri bağımlı hale getiriyorsa o zaman burada Butler’a göre çocuğun annesi bir iktidardır. Butler (2005: 40-50)’a göre, her özne bağlılık olmadan yaşayamaz. Yalnız Butler’a göre her bağlılık olumsuz değildir. Bazı bağlılıklar sevgi barındırır. Bir çocuk annesine bağımlı hale geldikçe öznelleşir Butler da Foucault gibi öznenin tek başına var olmasının imkânsız olduğu görüşüne katılır. Öznenin varlığı ötekine bağılıdır. Öteki olmadan özne, özne olamaz. Bu antagonistlik bir şekilde birbiriyle bağlantılıdır.
Sonuç olarak Butler toplumsal cinsiyet tanımlamasını yapı söküme uğratıp, tekrar tanımlamaya çalışır. Butler’ın en büyük eleştirici buna yöneliktir. Ona göre, özcü denilen cinsiyet toplumsal cinsiyetten başka bir şey değildir. Cinsiyetin biyolojik olduğunu vurgulamak ve bunun üzerinden toplumsal cinsiyetin inşa edildiğini söylemek, toplumsal cinsiyet hiyerarşisini ortadan kaldırmayacaktır. Hatta tam tersi biyolojik cinsiyet kabul edildiğinde toplumsal cinsiyet meşrulaşacaktır (2014: 45-50). Butler cinsiyet ve toplumsal cinsiyet tartışmasını özne ve iktidarla bağlantılı ele alır. Ona göre, cinsiyeti inşa eden gündelik hayattaki iktidar pratikleridir. Bebek dünyaya geldiği andan itibaren iktidar mekanizmasının için de doğar. Butler’a göre, bebek için ilk iktidar annesidir. Bebeğe kültürel örf ve adetler öğretilerek cinsiyeti inşa edilir. Yani Butler cinsiyetin biyolojik olduğu görüşünü reddeder. Cinsiyetin dilsel pratiklerle inşa edildiği savunur.
5.Butler’ın Cinsiyetin İnşasına Eleştiriler
Genel bir toparlama yapacak olursak Butler post modern ve post yapısalcılığın güçlü olduğu bir dönemde yaşamaktadır. Bundan dolayı ortaya
koymuş olduğu görüşlerinde bu açık bir şekilde görülmektedir. Bu bağlamda Butler, feminist bir düşünür olmasına rağmen 1980’lere kadar gelen feminist epistemolojiye çok sert eleştiriler yöneltmektedir. Onun en çok eleştirdiği nokta cinsiyet ve biyolojik cinsiyet arasındaki ilişkidir. Butler’a kadar feminist teori cinsiyet ile toplumsal cinsiyetin farklı olduğunu, birisinin özcü diğerinin toplum tarafından şekillendiği kabul etmekteydi. Ancak Butler’a göre, bunu kabul etmek demek toplumsal cinsiyet kabul etmekle aynı şeydir. Başka bir şekilde toplumsal cinsiyeti meşrulaştırır. Butler’a göre, sadece toplumsal cinsiyet değil cinsiyetin kendiside toplumsaldır. İkisi de toplumsal normlarla şekillenir (2014: 50-60). Bu söylemler etrafında Butler’a şu sorular yöneltilebilir: Eğer cinsiyet biyolojik değil de olumsal ise o zaman neden toplumda, kadın ve erkek ayrımını ortaya çıkarmaktadır. Bur da toplumun amacı nedir? Bütün cinsiyetler eşit bir şekilde toplumsal normlarla üretilmiş ise neden bütün cinsiyetler aynı değildir? Cinsiyet kimliğinin üretildiğini varsayarsak üretilen, cinsiyetlerin hepsinin aynı olması gerekmez mi?
Butler’ın feminist ideolojisinin içerisinde cinsiyetin performatif olduğu söylemesi, biyolojik cinsiyeti kabul etmemesi feminizmin geleceğine zarar vereceğini söylemek mümkündür. Feminizm hareketi 19’ci yüzyıldan bu yana cinsiyetler arası eşitliği savunan bir toplumsal girişimdir. Bu mücadele sürecinde İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere dünyanın çoğu yerinde kadınlar çok bedel ödemişlerdir. 1990’lara kadar verilen mücadeleden dolayı, kadınların oy kullanma, mülkiyet, eşit yurttaşlık, kamusal alanda çalışması vb. gibi haklar bazı ülkelerde az da olsa verilmiştir. Ancak hala üçüncü dünya ülkelerinin çoğunda bu haklar elde edilmemiştir. Bu ülkelerde kadın kamusal alana çıksın mı çıkmasın mı? Tartışmaları yapılmaktadır. Bundan dolayı Butler’ın queer ve kadın mücadelesini birleştirmek için ya da queer bireylere alan açmak için ortaya koymuş olduğu cinsiyetin inşa edildiği söylemi kadın mücadelesine katkısından çok zarar verecektir. Çünkü kadın mücadelesine karşı insanlar en çok bu nokta da feminizmi eleştirmeye çalışacaklardır. Queer konusu dini inançlarından dolayı toplumun en hassas olduğu konulardan bir tanesidir.
Butler yine feminizme yönelttiği eleştirilerden bir tanesi feminizmin kadın öznesini tek almasıdır. Butler’a kadar feminist literatüründe bütün kadınların yaşamış
oldukları problemler eşit olarak görülmekteydi. Onlara göre, kadınlar kadın cinsiyetlerinden dolayı ezilmekte ve dışlanmaktadır. Yani tek bir kadın kategorisi üzerinden tartışmalar yürütülmekteydi. Butler bunu eleştirir. Ona göre, sabit tek bir kadın öznesinden söz etmek imkânsızdır. Bu konuda Butler’a katılıyorum. Çünkü kadının ezilmişliği bölgeden bölgeye, dönemden döneme değiştiği söyleyebiliriz. 15. Yüzyılda kız çocuklarının diri-diri toprağa gömüldükleri bir dönem ile günümüzde kadının cinsiyetinden dolayı meslek sahibi olamaması arasında çok farklılık bulunmaktadır. Başka bir örnek vermek gerekirse Hindistan’da yoksul bir kadın ile Fransa’da soylu sınıfına mensup bir kadının ezilmişlikleri aynı değildir. Kadınlar sadece cinsiyetlerinden dolayı ezilmemekte bazıları ekonomik, etnik, inanç vb. farklıklarından dolayı da ezilmektedir. Orta Doğu’da Kadın sünnetine maruz kalan bir kadın ile Avrupa çalışan bir kadının toplumsal hayatta karşılaşacakları problemler farklıdır. Butler’ın kadın öznesi yoktur, kadınların öznesi vardır eleştirisi çok yerinde ve hakkı bir eleştiri olarak görmek mümkündür.
6. Queer Kuramın Tarihsel Serüveni
Yeni toplumsal hareketler içerisinde anılan LGBT hareketi, cinsel yönelimleri nedeniyle toplumdan dışlanan, bastırılan, pasivize edilmeye çalışılan bir kesimdir. Bu hareket, eşcinsel bireylerin toplumda eşit bireyler olarak tanımlamaları ve toplumun diğer bireyleri gibi ayrım farkı görmemesi için mücadele ederler. İnsanlık tarihinden bu yana queer bireyler farklı statülerde olsalar da her zaman var olmuşlardır. Ancak bu bireylerin kamusal alanda görülmesi ya da toplumsal hareketlerin öznesi olması 1960’lardan sonraya denk gelmektedir. Bu dönemde otoriter, cinsiyet ayrımı, sömürü düzeni, ırkçılık gibi ideolojilere karşı mücadeleler gerçekleşmiştir. Örneğin Avrupa’da prag baharı gibi özgürlükçü dalgalar, dünyanın dört bir yanında görülen öğrenci eylemleri, ABD’deki Vietnam savaşı karşıtı eylemler, Cezayir ve Küba’da gerçekleşen devrimci hareketler, LGBT hareketini etkilemiştir. Bu hareket, bu oluşumlardan etkilenip toplumsal alanda var olma, kendisini ifade etme mücadelesi vermektedir (Erdoğan ve Köten, 2014: 104).
Stonewall ayaklanması queer bireyler için önemli bir kırılma noktalarından bir tanesidir. 1969’da Amerika’nın New York eyaletinde yer alan “Stonewall Inn” barı LGBT bireylerin takıldığı bir yerdi. 1969’da polisin bara baskın düzenleyip
içindeki bütün queer bireyleri dövmesi ardından eşcinsel bireylerin günlerce polisle çatışması, gösteriler ve direniş eylemleri düzenlemeleri onların tarihleri için önemli olmuştur. Bu girişim Dünya da cinsel yönelimlerinden dolayı dışlanan diğer queer bireylerine de ilham kaynağı olmuştur. Türkiye’de LGBT hareketinin doğuşu ve gelişimi bu döneme denk gelir. 1960 askeri darbesinden sonra hazırlanan anayasa ile birlikte oluşan özgürlükçü ortam, LGBT bireylerinin kamusal alanda görünürlüğünü artırmıştır. 1980 darbesine kadar toplumsal hareketlerin durumu sağ-sol kutuplaşması işçi sınıfı, öğrenci eylemleri ekseninde olmuştur. Bu dönemde LGBT bireyleri cinsel kimliklerini ortaya koyarak kendileri var etmeye çalışmışlardır. Ancak bu bireylerde sol sempatizanlığı baskınlık göstermekteydi (Gürsü ve Elitemiz, 2012: 135).
1980 askeri darbesiyle sağ, sol, feminist, LGBT vb. toplumsal kesimler dağıtılmış kamusal alandaki eylemleri yasaklanmıştır. Türkiye’de queer bireyler en çok bu dönemde baskıya maruz kalmış çoğu tutuklanıp cezaevine gönderilmiştir. 85’lerden sonra tekrar örgütlenmeye çalışan queer bireyleri, 1987’de 37 travesti üzerlerindeki baskıyı azaltmak için açlık grevine girmişlerdir. Bu eylem Türkiye’de eşcinsel bireylerin ilk eylemi olmuştur. Bu dönemden sonra eşcinsel bireyler kamusal alanda görünürlükleri artmıştır. 1993’te Avrupa’daki eşcinsel derneklerin desteğini alarak Türkiye’de “lambdaistanbul” topluluğu kurulmuştur. Bu toplulukla aracılığıyla eşcinsel bireyler ilk defa örgütlü ve sistemli hareket etmişlerdir. Lambdaistanbul derneği uzun yıllar genel ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle kapatılmaya çalışılmış ancak sürdürülen hukuki mücadeleyle kapatılmaktan kurtulmuştur. Türkiye’de eşcinsellerin propagandasını “Kaos GL” dergisi yapmaktadır. Dergi, 1994 yılında anarşist bazı eşcinsel bireyler tarafından kurulmuş zamanla daha liberal eşcinsel bireylerin yazılarının yayınlandığı bir hal almıştır (Gürsü ve Elitemiz, 2012: 150-170).
Türkiye’de 2000’li yıllardan sonra değişen toplumsal koşullar eşcinsel bireylerin örgütlülüğünü de artırmıştır. Türkiye’nin Avrupa birliğine girmek için atılan adımlar, internet ağlarının gelişimiyle sosyal medya üzerinden örgütlenmelerin kolaylaşması, 2003’ten itibaren düzenlenen onur yürüyüşleri, savaş karşıtı eylemler, 1 Mayıs işçi bayramı vb. gibi farklı toplumsal hareketlerin düzenlendiği eylemlere katılmışlar, buralarda bayraklarını açmışlardır. Bu gelişmelerle birlikte queer
bireylerin kamusal alanda görünürlükleri artmıştır. Stonewall ayaklanmasının yıl dönümünde düzenlenen onur yürüyüşlerine başlangıçta 30 kişi katılırken, gezi parkı sırasında 50 bine yakın katımcı katılmıştır. Bu eylem eşcinsel bireylerin düzenlediği en kitlesel girişim olmuştur (Erdoğan ve Köten, 2014: 106-107).
Butler, yapısal ikircikli cinsiyet tanımlamasını radikal bir şekilde reddetmiştir. Bu ikili karşıtlıklarının yerine beden, cinsiyet, söylem, olumsallık kavramları ekseninde kendi teorisini oluşturmuştur. Butler’ın teorisinde bedenin özel bir yeri vardır. Beden dünyada gelirken cinsiyetlerin belirlendiği bir olgu değildir. Bedeni tarihsel boyutuyla tartışmak gerekir. Beden ilk şekillendiği andan itibaren sabit değil, değişkendir. Çünkü beden ilk şekillendiği andan itibaren sürekli değişir. Bundan dolayı beden olumsaldır. Butler’ın queer bireylerin bedenlerini meşrulaştırma gibi bir amacı olmasa dahi, bu teorik tartışmayla queer bireylerin bedenlerini meşrulaştırır. Hatta LGBT hareketinin kendisini de meşrulaştırır. Butler’ın cinsiyetin inşa ve olumsal tartışmasına bakıldığında queer bireylerin diğer bireylerden hiçbir farkı olmadığı onlarında erkek ve kadın gibi toplumda normal karşılanması gerektiği sonucu çıkarmak mümkündür. Çünkü cinsiyetin olumsal olduğunu söylemek, bütün farklı cinsel yönelimlerin var olduğunu kabul etmektir.
LGBT bireylerini toplumun diğer bireylerinden ayıran en önemli özellikleri sınıfsal konumlarıdır. Zira eşcinsel bireylerin büyük çoğunluğu ya elit ya da, orta sınıfa mensup bireylerdir. Bunların cinsiyetleri Butler’ın söylediği gibi toplum tarafından inşa edildiğini söylemek çok güçtür. Türkiye’deki eşcinsel bireylere bakıldığında bu çok açık bir şekilde görülmektedir. Bu bireyler toplumsal inşadan çok ekonomik durumları iyi olduğu için tıbbi müdahalelerle cinsiyet tercihlerinde değişime gitmektedirler. Cinsel yönelimi bir seçim olarak görmektedirler. Bu açıdan queer bireylerin cinsel yönelimlerin farklı olması dilsel pratiklerle inşa edildiği için değil, tıbbi müdahaleler yapıldığı içindir. Bu bakımdan Butler cinsiyetin toplum tarafından inşa edildiği görüşüne katılmak mümkün görünmemektedir.
Sonuç
Eşcinsel bireyler homoseksüel oldukları için toplum tarafından baskıya, dışlanmışlığa ve şiddete maruz kalmaktadırlar. LGBT hareketi bu baskıları kırmaya çalışmaktadır. Bu hareket kamusal alanda eşcinsel bireylerin diğer bireyler gibi eşit bir şekilde görülmesini savunmaktadırlar. Bu kesim cinsel yönelimi bir özgürlük tercihi olarak görüp, toplumun bunu kabul etmesini savunmaktadır. Ancak kadınların verdikleri mücadele bunlardan çok farklıdır. Kadınlar yıllarca doğal cinsiyetleri farklı oldukları için dışlanmış, yok sayılmış, sözleri geçerli olamamıştır. Feminist kadınlar cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmak için yaklaşık 200 yıldır mücadele vermektedirler. Yani kadınların cinsiyet eşitliği mücadelesi bir özgürlük tercihi değil, doğal insani bir hak mücadelesidir. Bundan dolayı eşcinsel bireylerin verdikleri mücadele ile kadınların verdikleri mücadele aynı değildir. Butler’ın kalkıp bunları birleştirmeye çalışmak için teorik bir yapı oluşturması queer hareketini meşrulaştırmaz, tam tersi kadın hareketini de eşcinsel hareketi gibi marjinalleştirir.
KAYNAKÇA:
- AYDEMİR, H., & ÖZDEMİR, D. (2019). Ekolojik Feminizm/Ekofeminizm Üzerine Bir Değerlendirme: Kavramsal Analizi ve Türleri. Akdeniz Kadın Çalışmaları ve Toplumsal Cinsiyet Dergisi , 1 (2), 261-278.
- BEUAVOİR, S. D. (1993). Kadın:İkinci Cins. İstanbul: Payel Yayıncılık.
- BUTLER, J. (2014). Bela Bedenler. (C. Çakırlar, & Z. Talay, Çev.) İstanbul: Pinhan Yayıncılık.
- BUTLER, J. (2008). Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Alt Üst Edilmesi.
- İstanbul: Metis Yayıncılık.
- BUTLER, J. (2005). İktidarın Psişik Yaşamı. (F. Tütüncü, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
- ERBAŞ, S. (2018). Varolmanın Dayanılmaz Zorluğu: Kadın Olmak. LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi , 75-88.
- ERDOĞAN, B., & KÖRTEN, E. (2014). Yeni Toplumsal Hareketlerin Sınıf Dinamiği: Türkiyede LGBT Hareketi. Marmara Ünüversitesi Siyasal Bilimler Dergisi , 2 (1), 93-113.
- GÜRSÜ, E., & ELİTEMİZ, S. (2012). 80’lerde Lubunya Olmak. İzmir : Siyah Pembe Üçgen.
- KILIÇ, N. S. (2010). Butler’ı Schutz İle Okumak: Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve Cinsiyet Ayrımcılığının Bazı Göstergeleri Üzerine Bir Değerlendirme. Toplum Bilimleri Dergisi , 4 (8), 83-93.
- ÖZAYDINLIK, K. (2014). Toplumsal Cinsiyet Temelinde Türkiye’de Kadın ve Eğitim. Sosyal Politika Çalışmaları Dergisi , 1 (33), 93-112.
- SALİYA, D. A. (2013). Judıth Butler Ve Post Modern Feminizm. Yüksek Lisans Tezi .
- SAYGILIGİL, F. (2013). Mekanın Cinsiyeti. Sosyal Bilimler Dergisi , 4 (1), 209-218.
- SLATTERY, M. (2014). Sosyolojide Temel Fikirler . İstanbul: Sentez Yayıncılık.
- TABUROĞLU, Ö. (2013). Queer Kuramı: Yapılaşmamış Kimlikler, Keyfi Cinsiyetler. Doğu Batı Dergisi (64), 9-19.
- TAŞ, G. (2016). Feminizm üzerine Genel bir Değerlendirme: Kavramsal Analiz, tarihsel Süreçleri ve Dönüşümleri. Akademik Hassasiyetler Dergisi , 1 (1), 163-175.
- ULUTAŞ, E. (2020). Judıth Butler ve Queer Kuram. Sosyal Bilimlerde Yöntem Dersi İçin Hazırlanan Araştırma Ödevi .
Hazırlayan: Orhan Yıldırım | Giresun Üniversitesi ( Yüksek Lisans )