Geçmişten Günümüze Çalışma Sosyolojisi

Geçmişten Günümüze Çalışma Sosyolojisi
0

Günümüzde çalışma dediğimiz faaliyetin özellikle ekonomik tanımları ile sosyolojik tanımları birbirinden farklılaşmış durumdadır. Ekonomi içerisindeki baskın ekollere göre, çalışma gelir karşılığı yapılan üretken faaliyetlerdir. Doğrudan ya da dolaylı olarak üretmeye dönük her türlü faaliyet çalışmadır. Bir faaliyeti çalışma ya da çalışmama olarak kategorize etmemizi sağlayacak bir ölçüt bulunmamaktadır. Yani aslında yaptığımız her faaliyet bir amaca, bir şeyleri başarmaya yönelik olduğu için, bizler hayatımızı çalışarak sürdürüyoruz. Çalışmayı diğer faaliyetlerden ayıran kesin katı bir ölçüt ortaya koyulmamaktadır. Ücretli çalışma, sistemin yaygınlaşması, kapitalizmin ortaya çıkması gibi durumlar, modern toplumlara özgü bir durum olarak kabul edilebilir. Tarih boyunca çalışma dediğimiz faaliyete yüklenen anlam ve değerler farklıdır. Bu perspektifte tarihe baktığımızda:

İlkel, avcı toplayıcı topluluklara baktığımızda hayatta kalmak için çaba gösterdiklerini söyleyebiliriz. Bu bağlamda üretken bir faaliyet söz konusudur dememiz mümkündür ama antropologlara göre bugün ki anlamda çalışma denilen şey aslında yoktur. İnsanlar oyunu ve çalışmayı hayatın doğal akışı içerisinde bir arada sürdürmektedirler. Bu toplumlarda biriktirilecek zenginlik kaynağı yoktur. Dolayısıyla insanlar arasında eşitsizliğin, statü farklılığının, uzmanlaşmanın olduğunu söylemek çok mümkün değildir. Bir lider var belki ama hayatın doğal akışı içerisinde her şey bir arada yapılmaktadır.

Antik Yunan toplumlarına gelince, toplum yapıları karmaşıklaşmaya başlamaktadır. Nüfusun artması ile insanlar site devletleri olarak örgütlenmeye başlamışlardır. Bu bağlamda bir artı ürünün ortaya çıkması ve o ürünün bölüşümü devreye girmiştir (Ören:2006). Bu da karmaşık toplumsal kurumları ve eşitsizlikleri beraberinde getirmiştir. Bu toplum ile modern toplum arasında ki farklılıklar çok çarpıcıdır. Antik Yunan toplumuna bakınca işlerin ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz. Toplumda yapılan ve ihtiyaç duyulan işler kategorize edilmiştir. Bunlardan birincisi bedensel güce dayalı işler. İkincisi akla dayalı işlerdir. Örneğin felsefe/siyaset/toplumun yönetimi ile uğraşmak o dönemde en değerli işlerden birisiydi. Antik Yunan toplumuna bakınca zaten hep birtakım ikilikler görmekteyiz. Mesela madde ve form- içerik ve biçim – doğa ve idea dünyası gibi birtakım ikilikler vardır (Ören:2006). Tipik olarak Yunan düşüncesine göre doğa ve doğada olan tüm fiziksel varlıklar geçicidir ve bu geçicilik onların kusurlu olmalarını beraberinde getirir. Bu da onları kategorik olarak daha değersiz konuma koymaktadır. Değişmeyen idealardır. Matematikten tutun, felsefi kavramlara kadar değişmeyen şeyler vardır. Değişmedikleri sonsuz oldukları için bunlar değerlidir. Bu düşüncenin çalışma hayatına yansımasını görmekteyiz. Geçici işlerle uğraşanlar beden gücü ile çalışanlar toplumda aşağı bir konumda görülmektedirler. Daha çok bu işlerle köleler uğraşmaktadır. Nüfusun azımsanamayacak kadar büyük bir bölümünü köleler oluşturmaktadır. Daha çok beden gücü ile yapılan işlerle uğraşanlarda kölelerdir. Diğer yandan filozoflar, yöneticiler vardır. Onlar en değerli en seçkin işi yapmaktadırlar. Böyle bir ayrım var. Hatta Antik Yunan’da fiziksel çalışmaya, emek harcayarak alın teri dökerek çalışmaya zahmetli iş anlamında panos adı verilmiştir. Toplumların düşünce yapısında maddi temeller de etkilidir. Bunun böyle olabilmesinde emek arzının yüksek olmasının etkisi vardır. Köleci toplumlar, çok fazla köleyi çalıştırabilmektedirler. Böyle bir toplumsal örgütlenmeye sahipler dolayısıyla bu bir sıralama getirmiştir. En altta doğrudan fiziksel işlerle uğraşanlar, onun üstünde köylüler, onun üstünde zanaatkarlar ve onun üstünde de siyasetçiler var gibi hiyerarşik sıralamalar vardır. Panosla uğraşanlar, insanların hizmeti ile uğraşmaktadırlar. Hem fiziksel iş yaptığı için hem de ölümlü olan insanla uğraştığı için yani insana bağımlı olduğu için emekleri değersiz görülmektedir.

Yunan düşüncesi Roma toplumunu da etkilemektedir. Roma toplumunda da çok benzer şekilde fiziksel çalışmaya threepanyum adı verilmiştir. Bu kelimenin kökeni üç uçlu bir işkence aletinden gelmektedir. Kaçınılmaz zahmet olduğu düşüncesi burada da devam etmiştir. Ama Hristiyanlığın Roma toplumuna gelişi ile beraber bu görüşte kayma yaşanmıştır. Hristiyanlığın yaygınlaşması beraberinde bir cemaat düşüncesini getirmiştir. Her ne kadar insanlar yapılması güç, sıkıcı, rutin, onları değersiz kılan işlerle uğraşıyorlarsa da yavaş yavaş fiziksel olarak çalışma başkasının yararına çalışma, fedakârlık yapma gibi bir şeyi içerdiği için değer kazanmaya başlayacaktır. Çünkü bir kul olarak, başkalarına yardımda bulunuyorsunuz. Manastırların ortaya çıkması, manastırda bulunan insanların çevreye yarar sağlaması vs. bunu birazcık değiştirmeye başlamıştır. Ama yine baktığımızda bir ruhban sınıfının çalışması ile kesinlikle aynı şey değildir. Gene alçaltıcıdır ama onu telafi edecek bir toplum yararı düşüncesi vardır. Kendi yararına çalışma fikrinin dışlandığını görüyoruz. Bu  doğrultuda Hristiyanlık ticaretle uğraşanları, tüccarları dışlayan bir sisteme sahiptir. Çalışma bireysel bir kazanç sağlamak için kullanılan bir yol olmamalıdır. Topluluk yararına olmalıdır anlayışı vardır.

1700’lü yıllara gelince Adam Smith’in ulusların zenginliği fikrine dönük yeni bir bakış açısı ortaya çıkmıştır. Adam Smith’in anlayışına göre, bir çalışan ailesini geçindirebilmek için zenginleşip, işten kazandığı bu zenginliği tekrar işe döküp daha çok kişi çalıştırırsa hem kendisi zengin olacaktır hem de topluma iş olanağı aracılığı ile fayda sağlayacaktır. Bu fikir aracılığı ile de çalışma aracılığı ile edilen bireysel zenginlik ile toplum yararı düşüncesini birbirine bağlamıştır. Bu önemli çünkü öncesinde bireysel zenginlik oluşturduğu düşünülen işlere karşı ön yargı vardır. Feodal sistem aristokratların sahip olduğu topraklarda onlar için çalışıyorlar ve ürettikleri tarımsal artığın bir bölümü ile kendilerini geçindiriyorlar geri kalanı aristokratlara kalıyor. Yavaş yavaş İngiltere’de başlayan bir süreçte zamanla toprak çitleme hareketi ile toprakların özel mülkiyete ayrılması ve orada yaşayan köylülerin topraklarından atılması durumuyla karşılaşmaktayız. Bu şekilde insanların yegâne geçim kaynaklarını ellerinden almış oluyorsunuz. Bu biraz insan gücüne olan ihtiyacın azalması ile yani makineleşme ve teknolojik gelişmeler ile birlikte giden bir süreçtir. İnsanlar kırsal alandaki geçim kaynaklarını kaybedince kente göç etmeye başlamışlardır.

Artık sanayi devrimi ile üretim tarımsal üretimden kentler ve makinalar aracılığı ile ham maddenin işlenmiş maddeye dönüştüğü sanayiye bırakmıştır yerini. Sanayi devriminin ilk dönemlerinde sancılı bir dönem görmekteyiz. Kentlere yığılmış, yoksul ve “aylak” kalabalıklar var. Bu insanları fabrikalara alıştırmak çok zordur. Ücretler düşük ve kente gelen yeni kitleler çok kötü koşullar içerisinde varlıklarını sürdürüyorlardır. Modern hayatta parçalı bir yapı vardır. Bir taraftan aile hayatı bir taraftan kamusal alan bir de çalışma hayatı vardır. Günümüz toplumunda zorla ortaya çıkarılan çalışma toplumlarının varlığını yerine getirdiğini görüyoruz. Çalışma hayatın merkezindedir. Sanayileşme başında çalışma fiziki bir zorunluluktu çünkü çalışmıyorsanız aç kalıyorsunuz ya da çalışma evlerine kapatılıyordunuz.

Günümüzde ise çalışma bir norm haline gelmiştir. Bize kimlik kazandıran şey artık çalışmadır. 1950’lİ yıllarda ücretlerde göreli artış olması geleneksel cinsiyet rollerinin güçlendirilmesine olanak kılıyor çünkü hanede tek kişi çalışsın diğer kişi eve baksın algısı oluşmuştur. Bu durumda erkek ücret karşılığı kayıtlı çalışıyor, kadın da ev bakımını üstleniyor. Çalışma sosyolojisi literatürüne baktığımızda bakım emeği kavramı ile karşılaşmaktayız. Bakım emeği, evde çocuk, yaşlı, hasta bakımının üstlenilmesidir. Bu çok büyük bir yük ama sanayileşmenin kurumsallaşması ile aile içi kadın ve erkek rolleri derinleşmiştir. Bu çerçevede ev içerisinde yapılan işler görünmez hale geldi. Çalışma ücret karşılığı yapılan faaliyet anlamına gelmeye başlarken diğer tüm faaliyetler bunun dışında kalıyor. Bu çerçevede istihdam kayıtlı olarak bir işte çalışmak anlamına gelirken, emek yaptığımız tüm üretken faaliyetleri kapsamaktadır. İş gücüne katılım aktif olarak iş aramaktır. İstihdam ise aktif olarak ücret karşılığı kayıtlı olarak çalışıyor anlamına gelmektedir.

KAYNAKÇA

  • Ören, Kenan. (2006). Çalışma Sosyolojisi. İstanbul:Nobel.

Ben Damla Hayırlı. Hacettepe Üniversitesi, sosyoloji lisans öğrencisiyim. Aldığım sosyoloji eğitimi perspektifinde değerlendirme yazıları yazmaktan keyif alıyorum.

Yazarın Profili

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir