Kendi birlikleri içerisinde güçlü bir iletişime sahip olmayan topluluksal bir birlik olarak adlandıracağımız kitle, bazı kategoriler altında incelenebilir.
‘’Her kavimde gözlenebilen çeşitli kitle tabakaları şöyle sınıflandırılabilir;
A.Farklılıklardan oluşmuş kitleler:
1.İsimsiz(anonymes), örneğin sokak kalabalıkları.
2.İsimli (non anonymes), (jüriler,parlamentolar…)
B. Benzer özelliklere sahip kitleler.
1. Mezhepler( siyasi, dini … )
2. Kastlar (askeri, kilise, işçi kastları)
3. Sınıflar (burjuva, köylüler… ) (Bon)’’
Bu kategorileri göz önüne aldığımızda insan birlikteliği ile kitlenin tarihsel olarak var olduğunu söyleyebiliriz. Biz burada kitlenin tarihsel serüvenini değil kitle ve zihinsel dönüşüm neticesindeki sosyal hayatın izdüşümünü yakalamaya çalışacağız. Özellikle teknolojinin kitle düşünce yapısındaki değişimleri göstermeye çalışacağız. Bu bağlamda Neil Postman’ın’ Televizyon: Öldüren Eğlence ‘ adlı kitabını referans alarak şunları söyleyebiliriz.: Öncelikle düşünce ve düşünce kanallarının sınıflandırdığımızda karşımıza ilk olarak sözlü kültür çıkacaktır sonrasında fotoğraf ve telgrafın icadı ile sözlü kültürün bir nebze görsel ve kağıda dökülmesi sonucunda olay ve durumları aktarma biçimimizin değiştiğini ve gazetelerin basılmaya başlaması ile de değişim ve dönüşüme pek alışık olmayan insan zihninin( bir ordunun savaşı kazandığı ve ya kaybettiğinin bile aylar sonra öğrenildiği bir zamanı düşünürsek) ‘günü birlik’ haberlerin yayınlanması ve insan hayat pratiklerinde günlük gazete okuma davranışının sıradanlaşması elbette olaylara verdiğimiz zihinsel reaksiyonu da değiştirmiştir. Yine de bunun tam bir devrim ve ya mükemmel bir farklılaşma olduğunu söyleyemeyiz . Radyodan sonra artık televizyon icat edildiğinde ise televizyona maruz kalan toplumlar daha hızlı ve farklı bir şekilde değişmeye ve anlamlandırma surecine girmiş oldu. Postman bunu kitabında ‘Matbaa Çağının gerileyişi ve Televizyon Çağının yükselişi’ olarak adlandırır.
Peki neden televizyon bir çok entelektüelin dikkatini çekmiştir? Neden kimi zaman eleştirilmiş kimi zaman ise bir kurtarıcı gözüyle bakılmıştır? Hatta neden televizyonun Türkiye’de bir zamanlar deccal olduğu düşünülmüştür? Bu konuda öncelikle televizyonun en büyük sakıncası ile görüş bildireceğiz bu sakınca onun ’Kurgulanmış Gerçeklik’ olarak bizlere sunulmasıdır. Yani onu tehlikeli kılan sadece bir cips reklamını bize sunması değildir, arkadaşlık, paylaşma, mutluluk ve birliktelikte yapılacak en iyi aktivite olarak birileri tarafından düşünülmüş, dizayn edilmiş bununla birlikte paylaşma ve arkadaşlık tanımlamasını kısmen dönüştürmüş olmasıdır. Şöyle bir örnek verelim sözlü kültürün yerini yazılı kültür alınca artık bizim için bilgi atalarımızdan miras aldığımız bütünlükler midir yoksa kitaplarda yazılan genel-geçerlilik bağlamında güvendiğimiz basılı materyaller haline mi dönüşmüştür? Postman’ın da bahsettiği gibi ‘… iletişim tarihine birazcık bile aşina olan herkes, düşünmeye dönük her yeni teknolojinin bir takas olduğunu bilir…’ (Postman, 2005)
Bir diğer önemli sakıncası ise insanlık tarihinde veya birey yaşamındaki çarpıcı olayların sıradanlaştırılarak sunulmasıdır. Günlük haberlerin veya programların izlenebilmesinin vurucu özelliği dikkat edici olmasıdır ve televizyonlar reyting için kanlı savaşları, ölen çocukları veya yıkılan ülkeleri göstermekten çekinmeler bunu yaparken de duyarlılık oluşturmak ana gayesi değildir zira öyle olsaydı aldığımız acı bir şehit haberinden sonra tüm ekranların karartılması yayınların durdurulması ve milletçe bu mesele için göz yaşı döküp çözümler üretmemiz gerekirdi ancak yayın politikası gereği akış devam etmek zorundadır ve bu akışta dikkat edilecek olursa toplumca günlerimizi gecelerimizi harcamamız gereken bir haber sonrasında ağaçtan kurtarılan bir kedi, maaşlara gelen zam veya memleket manzaraları adı altında eğlenceli haberler sunulur. Bizler de kitlelerin anonimleşmesi ile – Gustov Le Bon’un kullandığı tabir- yetkililerin de bundan haberdar olduğunu düşünerek rahat bir vicdan ile günlük haberlerimizi her günkü akışta saniyelik duygu geçişleri ile izlemeye devam ederiz.
Henüz televizyonun bu kadar yaygınlaşmadığı hatta neredeyse demode olmadığı 1985 yılında yazarımız neden bu kadar endişelenmiş ve bazı öngörülerde bulunmuş olabilir? Buna şöyle cevap verebiliriz yazarımız televizyonun birçok sakıncasının yanında onun eğitim, din, siyaset gibi bir toplumun temel kurumlarının rollerinin televizyon aracılığıyla yapılmasından endişelenmiştir.
Günümüzdeki formundan da anlaşılacağı üzere televizyonun en büyük misyonu eğlence ve izlenme odaklı olmasıdır( yarışmalar, pazar programları, bayanlar için bembe dizi kuşakları) öyleyse bu formatta din, eğitim gibi durumlar eğlenceli olmak zorundadır bu durumun sonucu da bahsi geçen alanlardaki tanımlamaların değişmesidir. Derrida’nın yapısöküm kavramını düşündüğümüzde 15. Yüzyılda ve 17. Yüzyılda bilgi tanımının aynı olduğunu iddia edebilir miyiz? Öyleyse televizyonun da bilgi tanımını değiştirdiğini ve düşünme biçimimize etki ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Temel formatın görsellik ve eğlence olduğunu düşünürsek nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu kavrayabiliriz. Şöyle düşünelim Tanrı’yı komikleştirebilir misiniz? Öyleyse her dönemin kendi gerçekliğini kendi toplumsal dinamikleriyle oluşturup dönüştürdüğü toplum düzeninden küresel ölçekte değişim ve dönüşümü zorlayan içeriğinin eğlence ve görsellik odaklı olduğu hızlı bir sürece giriş yapılmıştır. Biz buna 21. Yüzyılın teknoloji, internet ve sosyal medya araçlarını da eklediğimizde nasıl bir hız kaosunda olduğumuzu daha iyi görmüş oluruz.
Toplumsal değişimlerin nesil değişimleri üzerinden incelendiğini düşünürsek günümüzdeki değişim hızının nesil tanımlamasını ve nesil süresini de değiştirebileceğini söyleyebiliriz. İki nesil arasındaki farkın asgariye indiğini düşündüğümüzde yeni nesillerin hayata odaklanan insan profilini değil hayatı yakalamaya çalışan ama asla yetişemeyen insan profilini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Moderniteyle birlikte hayatımıza giren hız insanoğlunu daha mutlu kılmamış aksine daha fazla sorumluluk yüklemiş, hayatı bahşedilmiş bir kutsallıktan yapılması gerekenler listesine dönüştürmüş ve yaptıklarıyla yetinemeyen ve –tüm dünyadaki olanakları görüp hepsini yapamayacağından emin- mutsuz insan profili oluşturmuştur. Deneyimledikleri ile deneyimlemek istedikleri arasındaki uçurumu artıran hızlı üretim yine hızlı teknolojik aygıtlar sayesinde o kadar da hızlı olamayan modern insan hayatını alt üst etmiştir. Makinelerin gücüne sığınan çelik ve dumandan mürekkep olduğunu düşünen insan, etten ve kemikten varolmuş insan acziyetinin yansımasından ürkmüştür:
‘…. Ey sevgili kardeşlerim, korkunç haberi duydunuz. Tanrısız, sevgisiz, ışıksız olup bitenleri. Avrupa kendi kendini katlediyor. Papalagi zıvanadan çıktı. Herkes birbirini öldürüyor. Her yerde kan, korku ve çürümüşlük kol geziyor. Nihayet itiraf etti Papalagi içinde Tanrı sevgisi olmadığını. İçindeki ateş sönmek üzere. Yolu karanlıklarla kaplı, uçan köpeklerin ürkütücü kanat sesleri ve baykuşların uluması duyuluyor…..(Kurtuluşumuz ise, bu )ışıkta, birbirimizi sevmemizdedir, yürekten talofa(selam) diyebilmemizdedir.’’ (Scheurmann, 2010)
Kaynakça:
- Bon, G. L. (tarih yok). G. L. Bon içinde, Kitleler Psikolojisi (s. 124). izmit: Olympia Yayınları.
- Postman, N. (2005). N. Postman içinde, Televizyon:Öldüren Eğlence (s. 54). Ayrıntı Yayınları.
- Scheurmann, E. (2010). E. Scheurmann içinde, Göğü Delen Adam (s. 100-101). Ayrıntı Yayınları.