Karl Marx Sosyolojisi ve Marx Sosyolojisine Etki Eden Biyografik, Toplumsal ve Entelektüel Etkiler

Karl Marx Sosyolojisi ve Marx Sosyolojisine Etki Eden Biyografik, Toplumsal ve Entelektüel Etkiler
0

ÖZET

Marx, başta kapitalizm olmak üzere birçok toplumsal süreç ve oluşumlarla ilgili açıklamalarıyla döneminin önemli bir düşünürü olmayı ve günümüzde de halen adından söz ettirmeye devam eden bir sosyolog olmayı başarmıştır. Marx’ın hayatının şekillenmesinde başta Genç Hegelciler ve Hegel diyalektiğinin yer aldığını söylemek de kuşkusuz yanlış olmayacaktır. Bütün bunlara ek olarak Marx’ın toplum sınıflamaları ve bu toplum sınıflamalarında en büyük önemi kapitalist toplum anlayışına verdiğini görmekteyiz. Bu sınıflamalarını tarihsel ve kronolojik olarak ele almış ve en son aşama olan komünist toplum düzenine ulaşabildiğimiz takdirde refaha ereceğimizi düşünmektedir. Komünist toplum onun açıklamalarıyla sınıfsız bir toplum düzeninde olacak ve kapitalist toplumda olduğu gibi burjuva ve proletarya ayrımı, en önemlisi de sömürü yani işçinin emeğinin satılmayacağı bir toplum düzeni olacaktır. Buna ek olarak yabancılaşma ve artı- değer kavramlarına verdiği önemi de göreceğiz. Görüldüğü üzere Marx, yalnızca problemleri tespit etmekle kalmamış, problemlerin gelecekteki çözümleri için de önerilerde ve açıklamalarda bulunmuştur. Bizler de halen geçerliliğini sürdüren kapitalist toplum anlayışını, onun 19.yy’da ortaya koymuş olduğu düşünce sistemleriyle ve günümüzdeki geçerliliği bağlamıyla da karşılaştırarak açıklamaya çalışacağız.

Anahtar Kelimler: Karl Marx, Sınıf, Toplum, Tarihsel Materyalizm, Diyalektik, Kapitalizm, İnsan Emeği, Yabancılaşma

GİRİŞ

Marx, ‘’insanoğlu tarihin belli bir bölümünde, yaşadığı çağla geçmiş dönemler arasında benzerlikleri fark etmiş ve geçmişle- bugün arasında geçmiş, şimdi ve gelecek içerisinde yer alan zamansal bir bağ kurmuştur. İnsanoğlu, insanlığın her alanda ilerleme kaydedilebilmesi adına bu fark edilen bağın, elde edilen bilgilerin ve tecrübelerin gelecek kuşaklara aktarılmasının da zaruriyetini idrak etmiş ve böylece tarih biliminin ortaya çıkışında toplumsal etkenlerin ne kadar etkili olduğunu da gözler önüne sermiştir’’ (YURDAKUL, 2018, s. 1-20).

Karl Marx teorisinde üç temel girdiden söz etmek mümkündür. Bunların ilki üretici güçler ve üretici güçlerin değişimidir. İkincisi, ideolojik üst yapı, bu da hükümet, din, siyaset, felsefe gibi kurumsal nitelikleri kapsamaktadır. Üçüncüsü ise üretimin yapılış şekli, yani üretim tarzı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu ekonomik sistem olarak da adlandırabiliriz. Ekonomik sistem içinde Marx’ın altını çizdiği en önemli konunun da sınıflar arası güç ilişkileri olduğunu söyleyebiliriz. Buna ek olarak Marx’ın tarihsel temellere dayanan ve kapitalist toplumsal düzeni analiz eden teorisini özetlersek; ‘’Teoriye göre üretim güçleri değiştiği zaman, üretimin üretim tarzı da değişir. Çünkü her yeni ve birbirinden farklı üretim gücü ilişkisi için ona uygun benzersiz bir takım sınıf ilişkisi söz konusudur. Bu nedenle her üretim gücü ilişkisi, sınıflar arasında bu ilişkiye özgü bir güç dağılımının varlığını ortaya çıkaracaktır. Bu güç dağılımı ve sınıf ilişkileri tarihsel ve toplumsal veriler altında bölüşümü şekillendirecektir’’ (TURAN, 2017, s. 143-167).

Ancak üretim tarzının değişimi, var olan bu üstyapı tarafından benimsenmez ve buna karşı bir direniş oluşturur. Üretim güçleri değiştiği zaman üretim tarzı da değişmiş olacaktır, fakat var olan ve üst yapı üzerinde hâkim olan güçler buna karşı çıkmaktadır. Bunlar ise baskın olan grubun otoritesini koruma çabalarıdır. Yani üretim güçleri varlığını devam ettirdiği sürece bu savaşım da son bulmayacaktır. Sonunda da güçlenen üretim güçleri devrim yapacaklardır. Bu sayede de yeni üretim tarzında değişiklikler olacaktır. Üretim tarzının sonucu olarak ortaya çıkacak olan ve devrime yol açacak bu yeni üretici güçler, toplumu bir sınıfsal eşitsizlikten alıp başka bir sınıfsal eşitsizliğe mahkûm edeceklerdir.

‘’Marx’ın analizinde, kapitalist sistemde “bölüşümü” iki ayrı eksende düşünmek mümkündür. Bunlardan ilki üretim süreci sırasında değer yaratma aşamasında ortaya çıkan artık değerin oluşumu ve el konulmasını analiz eden sınıflar arasındaki bölüşümdür ve “emek değer teorisi” ile açıklığa kavuşturulur. İkincisi ise bölüşümün dolaşım sırasında, kapitalist sınıf içindeki paylaşımının analizidir. Bu kısaca artık değerden doğan kârın kapitalistler arasındaki paylaşımıdır’’ (TURAN, 2017, s. 143-167).

‘’Marx’ın felsefi sisteminin temelinde sadece Dünyayı anlamak, algılamak düşüncesi değil bunun da ötesine geçen dünyayı değiştirmek düşüncesi yer almaktadır. Aynı zamanda Marx, tarihin bir tekerrürden ibaret olduğunu, bu sebeple de Tarihte ilk kez yaşanan trajedi şeklinde son bulmuş bir olayın aynı şekilde ikinci kez gerçekleşmesinin ancak bir komedi olacağını dile getirmiştir. Marx’ın tarihsel hakikatleri ve tarihsel materyalizmi, toplumsal değişmenin sebepleriyle ilgili olarak doğrulanabilecek bir teori olmayı amaç edinmekte ve aynı zamanda onun tarih bilimine ve onun doğru şekilde anlaşılıp kavranmasına vermiş olduğu değeri de gözler önüne sermektedir’’ (YURDAKUL, 2018, s. 1-20).

1.KARL MARX’IN HAYATI VE ENTELEKTÜEL KİŞİLİĞİ
1.1. Karl Marx’ın Hayatı ve Eserleri

Karl Marx, 5 Mayıs 1818’ de Almanya’nın Ren bölgesindeki Trier şehrinde hahamların soyundan gelen, Yahudi asıllı burjuva bir ailede dünyaya gelmiştir. Trier şehrinin ‘Viyana kongresi’ ile Prusya’ya bağlanmasıyla birlikte, Yahudiler sivil hakları konusunda çeşitli zorluklar yaşamaya başlamıştır. Bu dönemde Heinrich Marx avukatlık mesleğini kaybetmemek adına 1817 yılında Ilımlı Liberal Luthercibir kiliseye geçmiştir.

Heinrich Marx aldığı bu kararı ahlaki bir dönüşüm eylemi olarak değil de sadece tedbir amaçlı gerçekleştirilecek bir eylem olarak değerlendirmiştir. Marx ise babasının otoritelere ve güce boyun eğen itaatkâr tavrını hep eleştirmiştir. Marx’ın yetiştirilme döneminde, düşünce hayatını etkileyen bir nevi manevi akıl hocalığı yapan babası dışında Marx’a rol model olan isim ise Ludwig von Wesphalen olmuştur. Ludwig vonWesphalen, Marx’ı Goethe’yi, Friedrich Schiller’iokumaya ve Yunan filozoflarının düşüncelerini öğrenmeye teşvik etmiştir. (YURDAKUL, 2018, s. 1-20).

Daha sonraki dönemlerde Karl Marx, TrierLisesinde eğitimini tamamlayarak, eğitim hayatına babasının da isteği üzerine on yedi yaşında, yani 1835’ de Bonn Üniversitesi’nin Hukuk fakültesine başlamıştır.1836’da Boon Üniversitesinden ayrılarak Berlin Üniversitesine geçiş yapmıştır. Berlin Üniversitesine girdiğinde ise burada Hegel’in düşüncelerinden etkilenerek felsefe öğrenimine başlar. Özellikle de Genç Hegelcilerden olan Bruno, Edgar Bauer ve Max Stirner gibi isimlerin katıldığı Hegel’in doktrinin incelenerek tartışıldığı ortamlara katılarak tam bir “salon adamı” olan Marx, öğrencilik yıllarında kendisini gelecekte bir felsefe profesörü olarak görmeye başlar. Ancak Bruno Bauer’in, Boon Üniversitesinden atılması ile Marx’ın üniversitede bir kadro edinme düşüncesi hayal olur ve öğrencilik hayatı da 1841’de Jena Üniversitesi’nde sunduğu “Demokritos ile Epikouros’un Doğa Felsefelerindeki Farklılıklar Üzerine” doktora teziyle son bulur. Marx, Moses Hess‘in istemiyle muhalefet Rheinische Zeitunggazetesinde de bir dizi makale yayınlar ve 10 ay sonrada gazetenin editörlük koltuğuna oturur. Ancak Marx’ın editörlük döneminde gazetenin devrimci ve demokratik tutumu artmış ve gazete hükümet tarafından sansürlere maruz bırakılmıştır. Bu sebeplerle gazete 1 Ocak 1843’te yayını durdurma kararı almış, Marx da tekrardan işsiz kalmıştır. Yine Marx, 1843’de işsiz olmasına rağmen, Prusya’nın soylu ailelerinden birinin kızı olan çocukluk aşkı Jenny von Westphalen ile evlenmiştir. Almanya’da artık iş bulmasının ne kadar zor olduğunu fark eden Marx, aynı yıl karısıyla beraber Paris’e taşınır. (YURDAKUL, 2018, s. 1-20). Marx, Paris’te Hegelcidüşünce sistemini devam ettirmiş ama aynı zamanda da Fransız sosyalizmi ve İngilizlerin Politik Ekonomisinden de büyük ölçüde etkilenmiştir. Sonraki dönemlerde Prusya hükümetin ısrarlarıyla Marx, tehlikeli bir ihtilalci olarak görülerek 1845’de Paris’ten sürülmüş ve Brüksel’e gitmiştir.

1847 yılında Marx’ın yayınladığı ve ses getiren ilk eseri diyebileceğimiz ‘’Felsefenin Sefaleti’’ adlı eser, Marx’ın döneminin Proudhon öğretisini yerle bir ettiği eseri olmuştur. Yine bu yıl Engels’le ‘’Komünist Birlik’’ adlı bir propaganda derneğine katılarak önemli roller almış ve bu birliğin Londra’da düzenlediği ikinci kongresinin de isteğiyle Engels’le birlikte 1848 Şubat’ında ‘’Komünist Manifesto’’ yu yazmışlardır. Marx,1848 yılında yaşanan devrimci ayaklanmalarla beraber Paris’e geri döner, ancak mart devriminden sonra Paris’ten de sürülür ve bu şekilde sürgünlerle geçen hayatının son dönemini 1849 ‘da ölene kadar ailesiyle birlikte yaşayacağı Londra’ya yerleşerek orada tamamlar. Marx, siyasal sürgünler dolayısıyla ekonomik sıkıntılar çektiği zor bir yaşam sürer. Bu mali sıkıntı yaşadığı dönemlerde en büyük mali destekçisi ise hiç şüphesiz dava arkadaşı Engels olur. Londra’ya yerleştiği sıralarda Marx, sürgün çevrelerinden uzak durmaya çalışarak, ekonomik politiğin incelenmesi üzerine yoğunlaşmaya ve materyalist tarih teorisini geliştirmeye çalışmış, Kapital (Birinci cilt), Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859) adlı eserlerini kaleme almıştır. Marx, 1864’te Uluslararası Emekçiler Birliğinin, yani birinci Enternasyonal’in kuruluşunda yer alarak teorik yapıtlarının yanında siyasi mücadelenin de fiilen içerisinde bulunmuş ve örgütün benimsediği Enternasyonal’in açılış konuşmasını da bizzat kendisi kaleme almıştır. Bu dönemi izleyen sonraki dönemlerde Kapital’in yazarı ve Enternasyonal’in lideri olarak Karl Marx, büyük bir ilgi odağı olmuştur. Ancak bu rüya gibi dönem kısa sürmüş önce 1881’ de karısını, daha sonrasında 1882’de de en büyük kızını kaybeden Marx, 14 Mart 1883’de sessiz sedasız hayata gözlerini yummuştur. (YURDAKUL, 2018, s. 1-20).

thumbnail
Önerilen Yazı
Karl Marx’ın Sosyolojik Görüşleri

1.2. Karl Marx’ınEntelektüel Kişiliği ve Entelektüel Kişiliğinde Etkisi Olan Düşürler

1.2.1. G.W.F. Hegel ve Karl Marx

Marx’ın sosyolojisinin teorik temelinde gençlik yıllarında Hegel’e duyduğu eleştirel yaklaşım bulunmaktadır. Marx, Hegel’in felsefesini empirik temelli bir sosyal bilime dönüştürerek incelemelerde bulunmuştur.                          

1.2.1.1. Hegel’in İdealizmi

Hegel’in idealizmini onun sözleriyle, idealizm ‘’sonlunun hiçbir gerçek varlığa sahip olmadığını kabulden başka bir şey değildir’’ şeklinde açıklayabiliriz. Hegel’e göre asıl hakikat akıl sayesinde keşfedilir. Hegel, Platon kaynaklı bir felsefe geleneği izlemektedir. Bu bakış açısıyla duyularla algılanan objeler gerçek değildir; onlar sadece daha nihai olan düşüncelerin olgusal görünüşleridir. ‘’Hegel’in ifadesiyle, bir nesne gerçekte sadece düşüncede mümkündür; sezgide ve gündelik algılarda bir görünüşten ibarettir. Bu durumda sadece fikirler gerçekse, o halde nihai fikir de Tanrı’dır’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178).

Hegel’e göre Tanrı ve insanlar arasında diyalektik bir ilişki bulunur. Bu diyalektiğin özü çelişki yani her kavramın diğerinin zıttını içermesidir. Yine onun ifadesiyle, ‘’Sonlu hiçbir şey gerçek varlığa sahip değildir yani sonlu idealdir, bu sonlunun özü de onunla çelişki içinde olan sonsuzda yani Tanrı’da yatar’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178). Ona göre insan tarihi Tanrının otobiyografisidir, insan yalnızca sonsuz ve onun bu dünyadaki görünüşü tarafından olumsuzlanırsa var olacaktır. Yani sonlu şeyler yok olurken sonsuz varlığını sürdürmeye devam edecektir.

1.2.1.2. Marx’ın Hegelci İdealizmi Reddi

Max ilk olarak Hegel’in sonlu veya empirik olguların nihayetinde gerçek olmadıkları iddiasını reddediyor. Hegel’e olan bütün eleştirilerinin kaynağı da bu noktadan hareketle başlamıştır. Onun Hegel’in diyalektiğine içkin eleştirileri dört şekilde özetlenebilir.

Marx’a göre gerçek olgular yalnızca düşünce olarak anlaşıldığında insanların daha önemli pratik sorunlarını göz ardı edebilir. Ne maddi ne manevi nesneler ne de ilişkiler onlar hakkındaki düşüncelerimizi değiştirmek için yeterli değildir. Ona göre bu duruma insanlar kendi yaşantıları veya emekleriyle ürettikleri şeyler üzerinde hiçbir kontrole sahip olmayacak biçimde yabancılaştıklarında veya dua ederek son veremezler.

‘’ Marx, insanların ancak yılgınlığa düşmeden çözebilecekleri birçok farklı probleme sahip olduğuna ve insan aklının sonlu dünyada var olan problemlere uygulanmadığı sürece fazla kullanışlı olmadığına inanır’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178).

İkinci olarak Marx’ a göre, nihai gerçeklik vurgusu Hegelci düşünceyi yanlış değerlendirmeye itmiştir. Hegel’e göre insanın özünün tek emeği soyut zihinsel emektir. ‘’İnsanlar sadece bu sonlu dünyada, üretici etkinlikler sayesinde karşılayabilecekleri gıda, giyim gibi fiziksel ihtiyaçlara sahiptir. Bu yüzden de Marx için en önemli emek zihinsel emekten ziyade üretim etkinliğidir’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178). Marx’ın Hegel’e üçüncü eleştirisi dinsel motifi reddetmesidir. Hegel Hristiyan bir Tanrı inancına rağmen, Tanrının varlığını kanıtlamak için sonlu dünyanın gerçekliğini yadsımıştır.

‘’Ancak Marx’a göre aklın bu tür pratik olmayan problemlere yönelmesi insanların sömürdüklerini ve bu dünyadaki statükoyu değiştirmekte çıkarları olduklarını anlamalarını engeller’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178). Marx için, öte dünya kaygı duymayı gerektirmeyen dinsel bir fantezidir. Dinin temel işlevlerinden biri de insanların gerçek durumları ve çıkarlarını görmelerini engellemek üzerinedir. Din, bunu sefalet ve sömürünün öte dünyada yok olacağını söyleyerek başarır.

Marx’ın Hegel’e karşı olan dördüncü ve son eleştirisi de idealizm siyasi açıdan devrimci olmaktan ziyade muhafazakâr olması yani gerçek bir insan topluluğu yanılsaması yaratması üzerinedir. ‘’Bunun kaynağı, kısmen, Hegel’in pratik ve fiziksel varlık olarak devletin kaynağının Tin veya Düşünce olduğunu öne sürmesidir. Hegel bu sayede devlete kutsal bir nitelik atfeder’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178). Bu noktada  Marx’ın Hegel felsefesini siyasal açıdan muhafazakâr bir düşünce olarak yorumladığını söyleyebiliriz.

1.2.1.3. Marx’ın Hegel’in Diyalektik Yöntemini Kabulü

Marx, Hegel’in idealizmini tamamen reddederken diyalektik yöntemini de önemli bir araç olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Önemli eseri Kapital’de ki ifadesiyle Hegel’in diyalektiği ‘’baş aşağı durmaktadır. Bu mistik kabuğun rasyonel özünü ortaya çıkarırsak onu yeniden ayakları üzerine oturtmamız gerekir.

Marx’ın, Hegel’in aksine Tanrının varlığıyla ilgilenmek yerine, daha ziyade, ilgi odağının somut toplumlar ve çatışan çıkarlara sahip sahici insanlara yönelik olduğu görülmektedir. Unutulmaması gereken en önemli şey hiçbir mutlak hakikatin olmayacağıdır. Bu bakış açısına göre de bilim sadece bilgiyi arttıracak, ancak mutlak gerçeğe ulaşamayacaktır. İnsan tarihi sonsuzdur. Bu tür toplumsal yapılar yalnızca hayallerle mevcuttur. Her toplum insan gelişiminin sonsuz akımında bir geçiş evresidir. Yani Marx’ın diyalektiğine göre mutlak, nihai veya kutsal hiçbir şey yoktur; her şey geçici ve çatışma da her yerdedir.

1.2.2. Ludwing Feuerbach ve Karl Marx

 Marx’ın sosyolojinin şekillenmesinde Genç Hegelcilerin etkisini olduğunu söylemiştik. Genç Hegelciler arasında en etkili olan kuşkusuz Ludwing Feuerbach’dır. Marx’ınGenç Hegelcilere olan acımasız eleştirilerine maruz kalmayan tek isim de Feuerbach’dır.

1.2.2.1. Genç Hegelciler ve Marx Düşüncesi

Genç Hegelciler de tıpkı Hegel gibi gerçekliğin doğasını ve dinsel inançlarla gerçeklik arasındaki ilişkiyi anlamlandırmaya çalışmışlardır. Ancak   dinin baskıcı yönünden dolayı Hegel düşüncesinin içkin yönünde bulunan siyasal muhafazarlığı da reddetmektedirler. Onların bu tepkilerinin nedeni olarak o dönem Prusya’da 19.yy’ın büyük bölümünde oldukça baskıcı bir yönetimin varlığı ve dinin, devletin temel direklerinden biri olarak hizmet ediyor olmasıdır. Ancak Prusya hükümeti tarafından fark edilen ve karışıklık yaratacağı düşünülen bu davranışlar sonucunda Genç Hegelciler göz altına alınmış ve görevlerinden uzaklaştırılmışlardır. Bütün bu görüşlerine ve var olan siyasal görüşlerine rağmen hala Hegel’ci bir siyasal yönelime sahip olmalarından dolayı Marx ile de yollarını ayırmışlardır.    

Marx Genç Hegelcilerin entelektüel şarlatanlar olduğuna inanmış ve onlara karşı yüzlerce sayfalık hakaretler yağdırır. Genç Hegelcilere karşı dört temel eleştirisi bulunur.

İlk olarak onların yazıları, kilisenin ve teolojik düşüncelerin etkili olduğu diğer toplumsal kurumların faaliyetlerinden bağımsız teolojik açılımlar olarak alınabilir.
İkinci olarak, Genç Hegelciler dinsel kökenleri kadar, diğer düşünce türlerini de Tin’de bulmaları açısından idealisttirler.
Üçüncü olarak Genç Hegelcilerin yazıları, tarihsel süreci otomatik ve geri dönülemez bir oluşum olarak görmeleri bakımından kadercidir.
Dördüncü ve en önemli eleştirisi, Genç Hegelcilerin aptalca bir yaklaşımla, düşünceleri değiştirerek insan eylemini değiştirebileceklerine inanmalarıdır.(Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178).

Bütün bu eleştirilerden etkilenmeyen tek isim Feuerbach olmuştur.

1.2.2.2. Feuerbach ve Marx Düşüncesi

Diğer Genç Hegelciler gibi, Feuerbach da Hegel felsefesinin dinsel temelleriyle ilgilenmiştir; ancak ötekilerden farklı olarak, Marx’ın düşüncesinin yönünü önemli ölçüde değiştirmiştir.

Feuerbach, Hristiyanlığın Özü’ adlı eserinde, dinsel inançların insanların kendilerini bilinçsiz tanrılaştırmalarından doğduğunu öne sürerek, Hegel ve Genç Hegelcilerin otoritesini sarsar.  Ona göre, teoloji sadece insan özlemlerinin hayali bir tasavvurudur ve insanın övdüğü ve tasdik ettiği şey ona göre Tanrı; suçladığı ve mahkûm ettiği şey kutsal olmayandır. Dinin gerçek özü teoloji değil antropolojidir’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178).

‘’Genç Hegelciler idealizme saplanırken, insanların dünya hakkındaki bilinçlerinin beyinlerinin ürünü ve bu yüzden bir madde meselesi olduğuna inanan Feuerbach bir materyalisttir’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178). ‘’ Feuerbach duyuma büyük önem vermiş ve ahlaksal sistemini nesnel gerçeklik üzerine inşa etmiştir’’ (BASAT, 2004, s. 22-27).

Marx’da Feuerbach’ın izinden giderek modern devletin kapitalist toplumsal ilişkilerden meydana geldiğini söyleyerek Hegel’in devletin tinden ortaya çıktığı argümanını tersyüz etmiştir. Devlet, insan eylemlerinin bir ürünüyse o zaman yine insan eylemiyle değişebilir. Marx’ın olgun dönem sosyal teorisi bu temel anlayıştan hareket etmektedir.

1.2.3. Adam Smith ve Karl Marx

18.yy. sonlarında İngiltere nispeten sanayileşmiş ve tüccar bir ulustu. Aslında tam anlamıyla Kapitalist ilk toplumdu. Adam Smith, David Ricardo ve diğer birçok kişi ekonomi politik olarak adlandırılan yeni bir analiz yöntemi geliştirdi ve sanayi kapitalizminin karakteristiklerini anlamaya çalıştı. Bu yeni disiplin de Marx’ın ilgisini çekmiştir.                                                                                  

1.2.3.1. Ekonomi Politik ve Marx Düşüncesi

Marx’a göre ekonomi politik literatürün iki temel kusuru vardır.

İlk olarak, kapitalist toplumsal ilişkilerin bütün toplumların doğal yasalarını yansıttığı varsayılır. Bu vurgunun bir sonucu olarak, alışveriş, sömürü ve yabancılaşma gibi temel toplumsal ilişki tiplerinin tarihsel olarak kesinlikle değişmedikleri varsayılır.
İkinci olarak, ekonomi politikçiler toplumun tüm parçalarını, sanki aralarında bağlantılar yokmuş gibi, birbirinden bağımsız olarak analiz ederler.  Üretim, değişim, bölüşüm ve tüketim gibi kategorilerle bile genellikle birbirinden bağımsızmış gibi ele alınır.

Marx kapitalist toplumun hem gelişme örüntüsünün hem de yıkımın bilimsel analizini kendine görev edinir. (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178).

1.2.3.2. Adam Smith’in Etkisi

Adam Smith ekonomi politikçi olduğu kadar bir ahlak felsefesicidir. 1759’da yayınlanan ilk kitabı Ahlaki Duyguların Teorisi’nde dünyada doğal bir düzen olduğunu bu doğal düzenin faydalı özelliklerini ve bu düzeni değiştirmeye çalışan insani kurumların genel yetersizliklerini vurgular.  1776’da yayınlanan ‘’Ulusların Zenginliği adlı eserinde de üç temel konu ele almıştır. İlk olarak toplumu bir arada tutan piyasa yasalarını, ikinci olarak kapitalist toplumun evrim yasalarını ve üçüncü olarak ekonomi politikteki çoğu çalışma gibi bu eser de kapitalist toplumun kapsamlı fakat yetersiz bir savunucudur’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178). O yaşanılan ortamda toplumun ahlaki durumunun insan üzerindeki yansımalarından söz etmektedir.

1.2.3.2.1. Piyasa Yasaları

Smith’in piyasanın ekonomik, yasalarının toplumu nasıl bir arada tuttuğunu gösterme girişimi ‘insanlar, toplumun diğer üyelerinin satın alacağı metalar üretirken kendi çıkarlarına göre davranırlar’ teziyle başlar. Akşam yemeğini kasap, biracı veya fırıncının cömertliğinden değil, aksine çıkarlarına bakmalarından anlarız. Onlara yönelmemizin sebebi insanlıkları değil, aksine kendi çıkarlarını düşünmeleridir’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178). Sonuçta hepsinin payına düşen kar olacaktır. Smith’e göre, söz konusu metaların kar amaçlı bu değişimi, işbölümü ve özel mülkiyet gibi faktörlerle belirli bir aşamaya ulaştığında, insan toplumunun temel bir karakteristiğine dönüşecektir.

Marx bu noktada Smith’in kapitalist topluma özgü etkileşim örüntülerini her çağda ve her yerde geçerliymiş gibi göstermesine karşı çıkmaktadır. O bir alternatif olarak, mübadele ilişkilerinin olmadığı modern bir toplum yapısı tasarlar çünkü ona göre, mübadele ilişkileri doğası gereği sömürüye bağlıdır. Fakat bunun aksine Smith’e göre, değer ve kar kaynağını metaların değişim sürecinde yatmaktadır. Söz konusu kullanım değeri ve değişim değeri ayrımıyla da Marx’a kılavuzluk etmektedir. ‘’Smith, bunların ardından değerin kaynağının bir ürün için harcanan emek-zaman miktarı olduğunu savunan bir emek-değer teorisi oluşturur’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178).

‘’Bu tez 90 yıl sonra Marx tarafından benimsenmiştir. Ancak, eğer değerin kaynağı emekse Smith karın kaynağını açıklayamaz çünkü kar sahipleri ürünün üretimine çok az katkıda bulunurlar. Nihayetinde Smith emek-değer teorisini terk eder ve kapitalistin karı üretim faaliyetlerine dahil ettiğini öne sürer’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178). Smith, bu noktada karın sadece üretim maliyetinin bir parçası olduğunu öne sürerek bir probleme yol açmıştır. Hiçbir şey kapitalistlerin fiyatları sürekli olarak artırmalarını engelleyemez bu yüzden de metaya bir fiyat belirleyebilmek imkansızdır. ‘’O, çözüm olarak rekabetin haris kişilerin fiyatları daha fazla yükseltmelerini engelleyecek biçimde işlediğini göstermeye çalışır. Fiyatları arttırmaya çalışan kapitalistler kaçınılmaz olarak aynı ürünleri daha ucuza satan başka girişimcilerle karşılaşır ve böylece fiyatları düşürmek zorunda kalırlar’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178). Smith’in analizinde son adımı da, piyasa yasalarının uygun miktarda ürün üretmesi aşamasıdır. Örneğin, halk palto tercih ettiğinde palto üretimi artacak fakat kar düşecektir, kapitalistler de palto üretimine yönelecektir.

1.2.3.2.2. Gelişme Yasaları

19.yy’da çoğu ekonomi politikçi kapitalizm gelişirken kar oranlarının düşeceği fikrindeydi. Ancak, Smith bu felaketin yaşanacağına inanmamaktadır. Toplum, Smith’e kendi kendini düzenlemenin yanı sıra iki yasa ile gelişme sağladığını göstermektedir.

Bu sermayelerin ilki ‘’sermaye birikimi yasası’’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Ona göre üretimde ve istihdamda genişleme herkese bir şekilde fayda sağlayacağı için, bencil güdülerin bir kez daha kamunun iyiliğiyle sonuçlanacağı görülebilir.

Birikim ve üretimin arması sonucunda daha fazla işçiye ihtiyaç duyulmaya başlanacaktır.  İkinci gelişme yasası olan ‘’nüfus yasası’’ esas olarak ücretler yüksek olduğunda işçi sayısının artacağı ve düşük olduğunda azalacağı yönündedir. Smith burada yaşayanları ve ölüleri kastetmektedir. Çünkü o dönemde çocuk ölümleri oldukça fazlaydı. Sonuç olarak Smith’e göre daha yüksek ücretlerin daha fazla sayıda çocuğun yaşaması ve işçi olmasına imkân sağlayacağını öne sürmüştür. Ona göre, kapitalizmin gelişmesine nüfus artışı eşlik edecek ve bu artış da sermaye birikimin sürmesine imkân sağlayacaktır. Marx’a göre de kapitalist toplumsal ilişkilerin toplumsal evreni bir ölçüde doğal yasalara bağlıdır.

1.2.3.2.3. Kapitalizmin Savunusu

Smith Ulusların Zenginliği adlı eserinde mantıksal bir açıklama yapar: Piyasayı kendi haline bırakın. Bu ilke, tüketicilerin alışverişleri işyerlerini onların ihtiyaçlarını karşılamaya zorlarken piyasanın doğal düzeninin sağlanacağı anlamına da gelmektedir. Bu süreç, ona göre sadece işyerleri hükümet tarafından korunmadığı ve tekeller oluşmadığı sürece mümkündür. Bu yüzden Smith iş avantajlarını korumaya yönelik tüm girişimlere karşıdır.

‘’Marx’a göre ise, Smith’in bu tespiti klasik ekonomi politiğinin doğasındaki zayıflığın göstergesidir’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178).Çünkü toplumsal ilişkilerin işleyişinde doğal hiçbir şey yoktur. Piyasa hükümet gücü yok sayılarak kendi haline bırakılamaz, zaten kapitalistler, tüm yönetici sınıflar gibi, hükümeti kontrol ettikleri için bu imkansızdır. ‘’Bu yüzden Marx’a göre, teorinin, siyasal gücün sömürüye dayalı toplumsal ilişkileri meşrulaştırma ve sağlamlaştırma biçimine dikkat göstererek, toplumun parçaları arasındaki karşılıklı ilişkileri ele alması gerekir’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178). Buradan hareketle Marx’ın teorisinin çalışan sınıfların kendi gerçek çıkarlarının farkına varmalarını sağlamanın güçlüğü üzerine olduğunu söyleyebiliriz.

1.2.4. Friedrich Engels ve Karl Marx

1.2.4.1. Engels’in Ekonomi Politik Eleştirisi

‘’Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Ana Hatları adlı makalesinde Engels hem ekonomi politik bilimini hem de özel mülkiyeti şiddetle eleştirir’’ O yazısına, iğneleyici bir ifadeyle, sadece üretim araçlarının özel mülkiyetini savunmak amacıyla var olduğu için ekonomi politiğin ‘’özel ekonomi’’ olarak adlandırılabileceğini belirterek başlar. Ona göre, özel mülkiyete dayalı bir modern sanayi toplumu, zorunlu olarak insanlık dışı, verimsiz ve yabancılaştırıcıdır’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178).                

Engels’in bakış açısıyla, kapitalizm iki nedenle insanlık dışıdır.

İlk olarak, insanlar birbirlerine güvenmezler. Hayatın merkezi ticaret ve rekabettir.
-İkinci nedeni, rekabetin bir iş bölümü yaratmasıdır.
‘’Engels’e göre kapitalizm verimsizdir, onun egemenleri her ulusu etkileyen, tekrarlanan ve hızla derinleşen ekonomik krizleri anlayamamakta ve kontrol altına alamamaktır. Ayrıca ona göre, kapitalist koşullarda yaşayanlar hiçbir ortaklaşacılık duygusuna sahip olmadıkları için kaçınılmaz olarak yabancılaşırlar. Kapitalizme özgü rekabetçi bir ortamda herkesin çıkarları her zaman birbiriyle karşıtlık içindedir. Sonuç olarak, ‘’özel mülkiyet herkesi kendi kaba yalnızlığı içine soyutlar’’ ve bunun sonucunda insanların yaşantıları çok az anlam taşır ve hiçbir gerçek ödül sunmaz’’ (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178).

Marx, Engels’in söz konusu bu yazısını okuduktan sonra yirmi yıldan fazla zamanını alacak yoğun bir ekonomi politik incelemeye başlamıştır. Marx’daekonomi politiği Engels’le özünde aynı gerekçeyle suçlar: o kapitalist toplumun bir savunucusudur.

1.2.4.2. Engels’in İşçi Sınıfı Analizi

Engels, diğer birçok gözlemci gibi, Sanayi Devriminin Batı toplumunu tamamen değiştirdiğini görür ve feodal toplumun insanlar açısından birçok açıdan daha iyi olduğuna inanmıştır. Ona göre feodal geçmiş huzurlu kırsal bir dönemdir. Engels, feodal hayatın rahat ve huzurlu olduğunu düşünür ve çoğu köylünün, geçmişte genellikle, 1844’teki fabrika işçilerinin sahip olduğu standartlardan da daha yüksek bir hayat standardına sahip olduğunu savunuştur. Ona göre bu köylüler cahil olmaları, sadece küçük özel meşguliyetlerle ilgilenmeleri ve ot gibi yaşantılarından hoşnut olmaları nedeniyle manen ölüdürler.

Engels sanayileşme öncesi köy hayatı tasvirinde modern işçi sınıfını yaratan dört ilişkili fenomenden söz eder.

İlk olarak, üretim sürecinde su ve buhar gücünün kullanılması insanlık tarihinde ilk kez kas gücünün malların üretiminde asıl itici güç olmaması anlamına gelmektedir.
İkinci olarak, modern makinelerin üretim sürecinde çok yoğun olarak kullanılması, sadece işin insanlardan ziyade makinelerle yürütülmesinin değil, öncekilere göre hep daha fazla mal üretilmesinin de göstergesi olmuştur.
Üçüncü olarak yoğun iş bölümü, üretim sürecinde görevlerin miktarı atarken her bir görevin gereklerinin basitleşmesi anlamına gelmektedir.
Dördüncü olarak, modern toplumlarda mülk sahipliği ve üretici bölünmeleri artmıştır. (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178).

2. KARL MARX’IN METODOLOJİSİ

Marx, bilime ve metoda büyük önem vermiş bir düşünürdür. Tarihsel ve toplumsal sorunların belirli bir metotla analiz edilebileceğini düşünmektedir. Ona göre, metotlu ve zor bir çaba gerektiren bilim aynı zamanda eleştirel olmalıdır.

Marx, bu eleştirel düşünce üzerine düşünürken Hegel’in diyalektiği ile karşılaşmıştır ve Genç Hegelciler ve Hegel okumalarına dayanarak diyalektik metodu benimsemiştir. ‘’Marx, ‘’iki çelişik yanın bir arada var olması, bunların çatışmaları ve yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmaları’’ olarak nitelediği diyalektiği referans almıştır’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).

Onun metodolojisinde Hegel diyalektiğinin geliştirildiği fakat maddesel dönüşüme de öncelik verdiğini söylemek mümkündür. Marx, Hegel diyalektiğine ekonomik etkeni ilave etmiştir. Bu durumu da ‘’Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır’’ demektedir. ‘’Marx, Hegel’in sistemini ayakları üzerine dikerek, İdeayı gerçeklikte derinden temellendirmeyi ve onu kalıcı bir gerçekliğe dönüştürmeyi amaçlamıştır. Marx, Hegel’in diyalektiğinin mistisizmle sarmalandığını vurgulamış, diyalektiğin mistisizmden kurtarılması gerektiğini iddia etmiştir. Bu çabası sonucunda da ‘’Tarihsel Materyalizmi’’ geliştirmiştir’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).

Marx, tarihsel materyalizmde insanı, üretim biçimleri çerçevesinde ele almıştır. Diğer birçok düşünür gibi insan-hayvan ayrımına gitmiş fakat farklı olarak insanın hayvandan temel farkının üretim eylemi olduğunu söyleyerek açıklamıştır. İnsanın üreten bir varlık olduğunu söylemiştir. Ona göre üretim hayatı bireyin hayatını açıklar. İnsanın ekonomik olarak yaptığı şey hayattaki önemli ve belirleyici unsurdur. Gündelik hayat içinde de yapılan bu üretim etkinliği ilk tarihsel etkinliktir.

‘’Marx, insandan sonra toplumu da iktisadi etkenlere göre açıklamıştır. Ona göre toplumların varlığının ve gelişimlerinin devamı için maddi üretim gereklidir. Birbirini takip eden bu maddi üretim tarzları üretim ilişkileri ve üretim güçlerinde ibarettir. Üretici güçler, üretim araçları ile emek gücünden meydana gelmektedir. Marx’a göre, üretim ilişkileri bir bütün halinde sosyal ilişkiler denilen olguyu yani toplumu oluşturur. Bu çerçevede antik toplum, feodal toplum ve burjuva toplumu gibi toplumlar insanlık tarihinde özel bir gelişme aşaması olan üretim ilişkilerinden meydana gelmiştir. Marx’a göre, bir toplumdaki üretim ilişkilerinin tamamı o toplumun temel yapısını (alt-yapı) oluşturur. Marx bu noktada alt yapının belirleyiciliğine vurgu yapmıştır’’ (KIZILÇELİK, 2017) .

Marx, her toplumda altyapının ve üstyapının ayırt edildiğini, altyapının esas olarak üretim güçleri ve üretim ilişkilerinden oluştuğunu, buna karşılık üstyapının da siyasi kurumlar, düşünme biçimi, ideolojiler ve felsefeden meydana geldiğini söylemektedir. ‘’Onun sosyolojisinde üretici güçler ve üretim ilişkileri altyapıyı, yönetim, yasalar, din ve kültür gibi fikirler ise üstyapıyı oluşturur. Üstyapı altyapıya dayanır. Marx’a göre son tahlilde üstyapya şekil verecek olan altyapıdır. Sonuç olarak onun tarihsel materyalizm anlayışında tarihi belirleyen ana unsur, maddi şartlardır. Maddi etkenlerin biçimlendirdiği tarih, aynı zamanda bugünü de belirler’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).

Ona göre, insanların bütün ilişkilerinin temeli maddi ilişkileridir. Alt-yapı değil, üst-yapı itici güçtür. Özetle Marx’ın tarih boyunca meydana gelen olayları ve etkenleri ekonomik temellere bağlamış ve ‘’toplumsal ilişkiler’’ çerçevesinde açıklamıştır.

3. MARX’IN SOSYAL TEORİSİ

3.1. Marx’ın Sınıf Sözcüğüne İlişkin Fikirleri

Marx’ın hem toplum hem de tarihe dair açıklamalarını sınıf kavramı üzerinden açıklamıştır. Sınıf sözcüğü onun sosyolojisinde merkezi bir konumdadır. Ona göre sınıflar üretim ilişkilerinin bir boyutudur. Sınıf üretim ilişkileri ile bağlantılıdır.

Marx, sınıfın ekonomik olduğunu ve bu nedenle maddi bir temele yaslandığını da belirtmektedir. Sınıf onun deyimiyle, ortak ekonomik çıkarlara ve ortak bir bilince sahip olan ve dayanışma içinde bulunan insanların bir araya gelme biçimidir.

3.2. Marx’ın Sınıf Savaşımına Dair Düşünceleri

‘’Marx, sınıf tanımlamasında ‘’sınıf savaşımı’’na vurgu yapılmıştır. İnsanları sınıf çatısı altında birleştiren ana unsurun çatışma olduğunu belirtmiştir. Bireyler birbiriyle çatışma halinde oldukça sınıf meydana gelir. Ona göre sınıfı belirleyen ana unsur da ‘’sınıf bilinci’’dir. Sınıf bilinci de bir sınıfın özellikle de proletaryanın kapitalizmin iç yüzünü anlama yetisidir’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220). Marx’a göre, tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirecektir. Yani toplum bireylerden değil, sınıf mücadelesinde karşı karşıya gelen sınıflardan oluşur. Ona göre çatışmalar toplumun merkezinde yer alır.

Marx, sınıf ve sınıf mücadelesi tespitlerinin yanına sömürü sözcüğünü de eklemektedir. Sömürü, sömürülenlerin ürettiği artık-emeğin sömürülenler tarafından zor alınmasıdır. Ona göre sömürü bütün toplumlarda bulunur. Fakat sömürünün, ekonomik sistem tarafından yerine getirilmesi de kapitalizme özgüdür. Yani sömürü kapitalizmin zorunlu bir parçasıdır demektedir.

3.3. Marx’ın Devlete Yönelik Görüşleri

Marx’tan önce ağırlıklı olarak, devletin toplumun bütünü için işlevsel olduğu, devletin toplumdaki herkesin çıkarına olduğu düşüncesi hakimken Marx, devleti sorgulama yoluna gitmiştir. Marx, devleti çözümlerken sınıfları temel almıştır. Başka bir değişle, Marx, sınıfı ve sınıf savaşımını analiz ederken onlarla bağlantılı olan bir başka güce de dikkat çekmiştir. Bu güç de devlettir. Ona göre, toplumda bir yanda ezen, bir yanda da ezilen sınıflar vardır. Ezen sınıflar ile ezilen sınıflar arasındaki savaşımda belirleyici olan aygıtların başında devlet gelir. Devlet, ezen-ezilen arasındaki savaşımda hep ezenlerin yanında yer almaktadır. ‘’Marx, aynı zamanda devletin egemen sınıfları korumak için bir baskı aracı olduğunu da dikkat çekmektedir. Ona göre devlet, toplumun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün delikleri tıkayan korkunç asalak bir yapıdır’’(KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).

Görüldüğü üzere Marx, devlete eleştirel bir şekilde yaklaşmıştır. Her toplum tipinde devlet ezilenlerin değil, ezenlerin çıkarına hizmet etmektedir. Bu noktada Marx, devlete karşı çıkmıştır. Komünist toplumda devlete yer vermemiştir. O, komünist toplumda devlet ortadan kalkınca sömüren-sömürülen ilişkisinin de yok olacağını iddiasındadır.

thumbnail
Önerilen Yazı
Karl Marx Kimdir? Sosyolojisi Nedir?

3.4.Marx’ın Üretim Tarzı Çerçevesinde Toplum Sınıflamasına Dönük Tezleri

 Marx, başta Kapital adlı eserinde olmak üzere bütün yapıtlarında ‘’üretim tarzı’’ sözcüğüne önem vermiş ve bu sözcük çerçevesinde de toplum sınıflamasını oluşturmuştur. Üretim tarzıyla bağlantılı olarak da toplumların evrimini inceleyen Marx’ın toplum biçimleri sıralaması şu şekildedir;

Kabile Toplumu
Köleci Toplum
Feodal Toplum
Kapitalist Toplum
Sosyalist Toplum
Komünist Toplum biçimindedir.

Marx, bu şemayı yalnızca Avrupa tarihi için geçerli saymıştır fakat doğu toplumlarının bu şemaya uymadığını da fark ederek ‘’Asya Tipi Üretim Tarzı (Asyatik Toplum)’’ görüşünü de geliştirmiştir.

‘’Marx’ın ilk eserlerinde toplumların üretim tarzındaki evrimini ana hatlarıyla, asya tipi üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzı olarak ele aldığını, sonraki çalışmalarında ise üretim tarzı bağlamında ilkel komünal toplum, köleci toplum, asyatik toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum ve komünist toplum şeklinde bir sınıflama yapmıştır’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220). Onun söz konusu sınıflandırma içinde kapitalist toplum üzerinde yoğunlaştığını söyleyebiliriz.

3.4.1.Marx’ın İlkel Komünal, Köleci, Asyatik ve Feodal Topluma Dair Argümanları

‘’Marx, başlangıçta herkesin ortak geçimlerini sağlamak için aynı türden işleri yaptığını yani ‘’avcı-toplayıcı’’ toplumlarda yaşadıklarını ileri sürmüştür. İlkel komünal toplum olarak da kabile toplumlarını ve klanları kastetmiştir. Ona göre ilkel komünal toplum ilk ve en küçük toplum tipidir. Bu toplumda, üretim fazlası ve özel mülkiyet olmadığı için sınıflar yoktur. İlkel komünal toplum ya da ilkel komünizm ‘’doğanın sunduğu yiyecek ve hammaddelerden yararlanmak için insanlarla iş birliği içinde çalışmak zorunda olduğu ilkel avcı-toplayıcılardan oluşan bir toplum’’ türüdür’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220). Ona göre sınıfsız birilkel toplumdan sınıflı bir topluma geçiş üretici güçlerin gelişmesiyle mümkündür. Bu aşamada sınıfsız ilkel komünal toplumun yerine ortaya çıkan köleci toplum, tarihte ilk sınıflı toplum olma özelliğine sahiptir demek yanlış olmayacaktır.

‘’Köleci toplum, sömüren sınıf ile sömürülen sınıf üzerine inşa edilmiştir. Bu toplumda, sömüren sınıf, yönetici soylu seçkinleri ve daha sonra zenginlerin geniş bir kesimi içeren köle sahipleri; sömürülen sınıf ise, çeşitli kavimlerden gelen kölelerdir. Marx’a göre, köleci toplumda mülk sahiplerinin ve kölelerin çıkarları birbirine karşıttır. Köleci toplum, sömüren efendiler ile köleler arasındaki sınıf ilişkilerini eksiksiz bir biçimde geliştirmişlerdir’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220). Söz konusu savaşım köleci toplumun yıkılıp Marx’ın daha öncede bahsettiğimiz ve doğu toplumlarında görüldüğünü söylediğimiz asya tipi toplum tipini ortaya atmasıyla son bulmuştur.

Marx, Asya tipi üretim tarzını, 1850’lerde Hindistan üzerine yazdığı makalelerde ele aldığını söyleyebiliriz. Ona göre, Asya’da bütün toprak sahibi hükümdardır. Asya tipi üretim tarzının ana özelliği de devletin güçlü ve despotik oluşudur. Asyatik toplumda devlet, bütün küçük toplulukların üstünde duran ve herkesi kapsayan bir birliktir. Buna ek olarak devletin artı-ürüne el koyma yoluyla varlığını sürdüğünü söylemek mümkündür. Toprakta özel mülkiyet bulunmamaktadır. ‘’Marx, özel mülkiyetin ve sınıf savaşımının yokluğu nedeniyle Asya tipi üretim tarzının durağan bir yapı içine hapsolduğunu ve söz konusu toplumda değişmezliğin esas olduğunu söylemektedir’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).

‘’Marx’ın toplum şemasında önemli bir yer tutan diğer toplum tipi ise feodal toplumdur. Feodal toplum, köleci toplumun yıkılmasıyla ortaya çıkmıştır. Feodal toplum, ezen soylu sınıf ile ezilen köylü sınıfı arasındaki ilişki üzerine biçimlenmiştir. Feodal toplumun temeli toprak mülkiyetine ve toprağın mülkün olduğu kadar çok sayıda alt-feodaller arasında bölünmesine dayanır’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).

3.4.2. Marx’ın Kapitalist, Sosyalist ve Komünist Topluma Dair Temel Tezleri

Marx, üretim tarzı çerçevesinde geliştirmiş olduğu toplum sınıflamasında en fazla kapitalist toplum üzerinde durmuştur. Çünkü Marx’a göre, kapitalist toplum, çelişkilerin ve problemlerin en fazla olduğu ‘’en gelişmiş ve en karmaşık olan tarihsel örgütlenmenin’’ gerçekleştiği toplum tipidir.

Marx’a göre, kapitalist toplum, feodal toplumun yıkılışıyla ortaya çıkmıştır. Onun ifadesiyle; ‘’kapitalist toplumun ekonomik yapısı, feodal toplumun ekonomik yapısından doğup gelişmiştir. Söz konusu toplum tipinin ortaya çıkışında coğrafi keşiflerin ve yeni ticaret yollarının da bulunmasının etkisi bulunmaktadır. Buna ek olarak 1492’de Amerika kıtasının keşfedilmesinin etkisi de büyük önem taşımaktadır’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220). Kapitalist toplum ilk kez İngiltere’de ortaya çıkmış ve sınıflı bir toplum yapısına sahiptir. Kapitalist toplum, iki büyük düşmana, doğrudan birbirlerinin karşısına dikilen iki büyük sınıfa (burjuvazi ve proletarya) bölünmüştür. Söz konusu sınıflar arasındaki karşıtlık, bir sınıfın öteki sınıfa karşı savaşımıdır. Bunlara ek olarak kapitalist toplum aynı zamanda insanlık tarihinde üretimin büyük bir bölümünün metalardan ibaret olduğu da ilk toplum tipi olarak karşımıza çıkmaktadır. Marx’da bu noktada kapitalist üretim tarzı açısından metayı çok önemsemiş, hatta onu kapitalist toplumun kalbi olarak görmüştür. O, kapitalist toplumu analiz ederken metayı merkeze almış, çünkü metanın sermayenin oluşması için bir ön gereklilik olduğunu söylemiştir. Meta, insan dışında bir nesnedir ve taşıdığı özellikleriyle insan ihtiyaçlarını gideren bir nesnedir.

Meta aynı zamanda bir emek ürünüdür. Çünkü doğa makine yapmaz, demiryolları ve elektrikli telgraflar üretmez. Marx, bu durumu emek-değer teorisi olarak ifade etmiştir. Ona göre, emek, doğanın sunduğu hammaddeden nesne üretmektir.

‘’Marx’a göre, kapitalist sistemde tüm değer, emekten gelmektedir. Kapitalist düzende proleterya emek verir, kapitalist ise bu emeği kullanır. Yani emek insana ait bir özellik olarak belirtilmektedir. Emek, aynı zamanda Marx’ın ‘’insan olmanın ne anlama geldiği’’ne ilişkin düşüncesinin de düğüm noktasını oluşturur’’(KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220). Kapitalist toplumun gerek bireylerin gerekse de devletlerin genel para hırsıyla başladığını belirten Marx, Kapitlist üretim tarzı parayı kutsallaştırır, her şeyin parayla alınıp-satılabileceği bir hale getirir demektedir. Ona göre, para Tanrıları ve idealleri bile tahtından indirmiş ve onları birer eşyaya dönüştürmüştür. Bu noktada kapitalist topluma niteliğini kazandıran temel şeyin emek-gücünün işçinin kendi malı olan meta biçimini alması ve ücretli emeğe dönüşmesi olduğunu söylemek mümkündür. Kapitalist üretim tarzı, insanın emek gücüne alıp satılan ve tüketilen bir mal muamelesi yapan bir sistemdir. Bu üretim tarzında emekçi emek gücünü kapitaliste satmaya mecburdur.

‘’Çünkü emek-gücü satmaya zorunda olduğu tek metadır. Bu noktada kapitalist üretim tarzında yalnızca nesneler değil insanlar da alınıp satılırlar. Bu çerçevede kapitalist üretim tarzının amacı, artı-değer üretimidir. Emekçi kendisi için değil, sermaye için üretmektedir. Her şey sermaye için yapılmakta ve sermayenin daha fazla kar amaç elde etmesi amaçlanmaktadır’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).

Bu noktada kapitalizmin ve onun biçimlendirdiği kapitalist toplumun ana dayanağı, sermaye olduğunu söylemek mümkündür. Marx, sermayenin burjuva toplumunun bütüncül egemen iktisadi gücü olduğunu belirtmiş, sermayenin vampir gibi canlı emeği emmekle yaşadığını, ne kadar çok emek emilirse o kadar da uzun ömürlü olacağını vurgulamıştır.

Marx, bu noktada ünlü eseri Kapital’de sömürüye ve sefalete maruz kalmış, uzun süre çalışarak tükenme noktasına gelmiş ve hastalanmış işçilerin, hatta çalışan çocukların durumundan bahsetmektedir. Buna ek olarak, kapitalist üretim tarzında emek gücünün sömürülmesinde, köleleştirilmesinde ve üretim dışı kalmasında kapitalistlerin sermayesine sermaye katan makinenin rolüne de vurgu yapmıştır. ‘’Ona göre kapitalist üretim tarzında sermayenin belirli ellerde toplanması ve ‘’sermayenin merkezileşmesi daha büyük bir iş bölümü ve daha fazla makine kullanımını gerektirir’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).

Makine emek gücünü düşürmekte ve işçilere tamamen rakip olmaktadır. Makine aynı zamanda işçiye düşman bir güçtür ve bunu sermaye açısından kullanılmaktadır. İşçi, artık makinenin bir eklentisi haline gelmiştir. Ondan beklenen yalnızca tek düze ve kolay elde edilebilen başarıdır. Makine bu aşamada çoğu işçinin üretim dışı kalmasına yol açmış, her an kullanımına hazır ‘’yedek bir sanayi ordusu’’ haline gelmesine sebep olmuştur.

‘’Kapitalist üretim tarzı aynı zamanda, sermayenin birikmesi için işçilerin emeklerini gerçekleştirebilecekleri üretim araçları üzerinde her türlü mülkiyet hakkından uzaklaşmasına da yol açmış ve emek gücünü yüksek oranda mülksüzleştirmiştir. Marx, bu noktada kapitalist üretim tarzını ve onun inşa ettiği kapitalist toplumu, ‘’emeğin yabancılaşması’’ çerçevesinde analiz etmiştir. Marx, yabancılaşma sözcüğünü, kapitalist üretim tarzının insanlar ve toplumlar üzerindeki yıkıcı etkisini ortaya çıkarmak için kullanmıştır’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).

Yabancılaşmayı, kapitalist üretim tarzının temel karakteristiği, sömürünün bir ürünü ve aracı olarak görmüştür. Ayrıca yabancılaşmanın işçinin üzerinde yıkıcı, sömürücü, baskıcı ve köreltici etkilerde bulunduğunu, onun sosyal varoluş biçimini de olumsuz anlamda etkilediğini söylemektedir. Ona göre, kapitalist üretim tarzında işçi ne kadar zenginse o kadar yoksul duruma gelecektir. İşçi ne kadar çok meta üretirse o kadar ucuz bir meta olacaktır. ‘’Nesnelerin dünyasının değer kazanmasıyla doğrudan orantılı olarak insanların dünyası değersizleşir. İşçi kendi emeğine bile yabancılaşır ve çalışırken artık mutlu değil, mutsuzdur. Çalışma esnasında bedenini harcar, zihnini yok eder. İşçi, çalışmadığı zaman kendindedir. Çünkü isteyerek değil, zorla çalıştırılmaktadır. Marx, kapitalist toplumun işçiyi değil, sadece zengini önemsediğini belirtmiş, işçiyi, ihtiyaçlarını gideren biricik köle olarak gördüğünü ifade etmiştir’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220). Söz konusu üretim tipinde sonuç olarak;

İşçinin kendi üretici emeğine yabancılaştığını,
Üretici etkinliğin ürününe yabancılaştığını,
İşçinin diğer insanlara yabancılaştığını ve
Ortak yaşama ve yaratıcılık özelliklerine yabancılaşmıştır.

Marx, kapitalist toplumdan sonra ortaya çıkacak olan toplumun ‘’sosyalist toplum’’ olduğunu iddia etmiştir. Marx, sosyalist toplumu, kapitalist toplumun yapısını ve çelişkilerinin bir sonucu olarak görmüştür. Ona göre kapitalist toplumun sosyalist topluma dönüşümü yalnızca ve yalnızca çağdaş toplumun ekonomik yapısından ortaya çıkar. Bu dönüşümün itici gücü de kapitalizmin yarattığı proleter sınıf olacaktır.

‘’Kapitalist toplum burjuva diktatörlüğüne, sosyalist toplum ise proletarya diktatörlüğüne dayalıdır. Kapitalist toplumdan komünist topluma geçişte, proletarya diktatörlüğü ara bir formdur. Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer almaktadır. Marx’a göre, sosyalist toplum, sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine uygun düşen bütün sosyal bağlantıların yok edilmesidir. Bu noktada ilk olarak da proleteryanın devleti ele geçirmesi gerekmektedir. Yani sosyalist toplum için tek yol proletarya egemenliğidir’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).

‘’Sosyalist toplum, ‘’herkesten yeteneğine göre, herkese emeği kadar’’ anlayışı üzerine kuruludur. Sosyalist toplumda insanlar, emeklerinin karşılığını alırlar. Her emekçiye düşen toplumsal ve kolektif servet payı onun kendi emeği niteliğinde ona teslim edilir. Yani sosyalizmin egemen olduğu toplumda, bireysel kar için bireysel çaba yerine, kolektif fayda için kolektif çabayı esas alır. Tüm meta, para kazanmaya değil, insan yararınadır.  Bu sistemde, gözünü kar hırsı bürüyen kimseye yer yoktur. Hiç kimse bir başkasının emeğinden kar elde edemez’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).Böylece insanın insan üzerindeki hakimiyeti de azalacaktır.

Marx’ın toplum sınıflamasının son aşaması da komünist toplum tipidir. Ona göre, komünist toplum, sosyalist toplumun ileri biçimidir. Bu anlamda komünist toplumda değişen yalnızca mülkiyetin toplumsal karakteridir demek de mümkündür. Marx, özel mülkiyete dayalı kapitalist toplum ile mülkiyetin karakterini kaybettiğini komünist toplumun mukayesesini şu şekilde yapmıştır; ‘’Burjuva toplumda, canlı emeği birikmiş emeği arttırma aracından başka bir şey değildir. Komünist toplumda ise, birikmiş emek, emekçinin varoluşunu genişletme, zenginleştirme ve geliştirme çabasıdır. Burjuva toplumda geçmiş, bugüne egemendir; komünist toplumda ise bugün, geçmişe egemendir’’ (KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).

Marx, bütün bunlara ek olarak sınıf farklılıklarının bertaraf edilmesiyle birlikte, bunlardan kaynaklanan bütün sosyal ve siyasal eşitsizliğin de kendiliğinden yok olacağını varsaymıştır. Komünist toplum ‘’herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre’’ anlayışı üzerine inşa edilecektir.

Marx’ın artı-değer açıklaması kapitalist sömürünün temel dinamiklerini göstermeyi amaçlayan sistematik bir girişimidir. Onun sonraki görevi, kapitalist sistemin, olağanüstü üretkenliğine rağmen, niçin bağrında kendi yıkımlarının tohumlarını barındırdığını açıklamak olmuştur. Açıklama iki adımda ilerler:

İlki ‘’basit yeniden-üretim’’ adını verdiği süreçlerle ilgiliydi. Bu süreç sürekli olarak işçiler kapitalistler için artı-değere ve kendileri için ücrete dönüşecek ürünler üretirken gerçekleşir. Proleterler ücretlerini kapitalist sistemin devamına katkıda bulunacak biçimde üretirler. Ek olarak işçiler ihtiyaçlarını asgari düzeyde karşıladıktan sonra emek-güçlerini satmak için piyasaya dönerler ve bir kez daha artı-değer yaratarak sermayenin çoğalmasına katkıda bulunmaya hazırlarlar. Böylece kapitalizm, proleterler sadece metaları, ücretlerini ve artı- değeri değil, kapitalist toplumsal ilişkileri de ürettikleri için sürekli olarak yenilenir: bir tarafa sömürülen ve yabancılaşmış işçiler, öte tarafta da kapitalistler vardır.

İkinci adım Marx’ın ‘’artı-değerin sermayeye dönüşmesi’’ adını verdiği sürece odaklanır. Günümüzde bu süreci yeniden-yatırım olarak ifade etmekteyiz. Nitekim kapitalistler, proleterlerden elde ettikleri artı-değerin küçük bir kısmını ürettikten sonra, geri kalanını daha fazla kazanmak için yeniden yatırıma yönlendirirler. Bu da kapitalizmin ölümüne ve daha üst düzey bir toplum biçimine geçişe kaçınılmaz olarak yol açacaktır.(KIZILÇELİK, 2017, s. 146-220).

Bu temel kabulden hareketle üç ünlü tahminde bulunur:

1) Proleterler özel mülkiyetlerini veya onun üzerindeki kontrollerini kaybedeceklerdir
2) Proleterler giderek yoksullaşacak v sonuçta yoksul insanlardan oluşan bir sanayi yedek ordusu yaratılacaktır.
3) Kar oranları düşecek ve bu düşüş sürekli olarak daha şiddetli sınai krizlere yol açacaktır. Kapitalistler birbirleriyle rekabet ederken kar elde edemeyecek bir noktaya gelinceye kadar mallarının fiyatlarını düşürecektir.

 Eleştiriler

Marx’ın başarısız olmasının nedeni, iktidarın bir kez oluştuğunda ortadan kalkmadığını anlayamaması ve ayrıca proletaryanın ayaklanacağını ve kapitalizmi yıkacağını varsaymasıdır. Onun tahminlerine gelen eleştirileri;

Metaların değeri onları üretmek için gerekli emek gücünde içkindir. Bu kabul muhtemelen onun temel hatasıdır ve çağdaş Marksistler bir sömürü ölçüsü sunduğu gerekçesiyle alıkoysalar da bu fikir temelde kusurludur.
Kapitalistlerin ve proleterlerin her zaman çatışma içinde olacağını söylemiştir. Bu yanlış tahmininin sebebi de Marx’ın devletin burjuvazisinin aracı olma düzeyini abartmasından kaynaklanmaktadır.
Marx, hatalı bir biçimde işçilerin emek piyasasında güçsüz olduklarını ve her zaman böyle olacağını varsayar. Bu tespit kapitalizmin başlarında köylüler kırsal kesimden kente göç ederken doğru olsa bile, işçiler emek piyasalarına baskı uygulayabilecek bir siyasal güç elde edebilmişlerdir.
Ona göre orta sınıflar genişleyemeyecekti fakat gelişen ekonomi ve bu gelişmeyi takip eden yeni teknolojiler vasıflı beyaz yakalı işçilerin oranını arttırmıştır.
Devletin bir işveren olarak önemini kavrayamamış ve hükümeti bir baskı aracı olarak görmüştür. Ancak hükümet toplumun bütün alanlarına müdahale ederken, işgücünün büyük bir oranı devlette çalışmaya başlar. Sonuç olarak da kamu çalışanlarının çıkarlarını sömürülen proletarya ve kapitalistler arasındaki çatışmaların bir parçası olarak sınıflamak zordur.
Son olarak Marx, son dönem yazılarında anonim şirketlerin bazı sonuçlarını fark etmeye başlar, ancak o devrimin hisse senetlerinin piyasada yaygınlaşmasıyla ortaya çıkabileceğini tahmin edememişti. Fakat mülkiyet daha fazla yaygınlaşmakla kalmamış, çoğu işçi hisse senetleri satın alarak kapitalizmden kazançlı çıkmayı başarmıştır. (Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178).

SONUÇ

Marx, ekonomi ve toplumla ilgili tartışmaları işgal eden günümüzdeki sorunların çoğunu önceden görmüş ve bunları araştıracak genel bir çerçeve sunmuştur. O, ekonominin toplumun itici gücü olduğunu 20.yy’daki bilim adamlarından daha fazla vurgulamış ve kapitalizmin yayılacağını öngörmüştür. Aynı zamanda serbest piyasaların zenginlik üretme kapasitelerini açıklamıştır, ancak bu dinamizm, böyle bir sistemin etkisiyle olduğu kadar, sistemin daha derin krizlere girip çıktığı için döngüsel eğilimlerin de ürettiği eşitsizlikler, sömürü ve yabancılaşmanın etkisiyle de pekişmiştir demiştir. Buna ek olarak ‘’Marx, büyük sermayenin etkinliklerini standartlaştırma, küçük işverenler ve zanaatkarları yoksullaştırma ve sürekli olarak daha etkili üretim yapma ve tüm piyasalara nüfuz etme dürtüsü altında eski kültürleri yıkacağını da öngörmüştür’’(Jonathan H. Turner, 2017, s. 121-178).

Konuyu toparlayacak olursak; Marx 19. Yüzyıl da sanayide, siyasette ve birçok kurumsal alanda olan devrimlere tanıklık etmiş, değişen dünyayı tarih çerçevesinde ele almış ve materyalist temele dayanan tarih anlayışını ortaya atmıştır.

Marx, sistemini kurarken Hegel’in diyalektik yönteminden etkilenmiş fakat Hegel ’den farklı olarak idealizmin yerine materyalizmi yerleştirmiş ve bütün toplumu ve tarihi materyalist bir çerçevede ele almıştır. Marx, dönemindeki diğer düşünürlerden farklı olarak ortaya, günümüzde hala geçerliliğini koruyan toplumsal değişmeler sunmuştur.

Kaynakça

  • BASAT, O. (2004). Karl Marx’ın Ahlak Anlayışı. Ankara: Gazi Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü.
  • Jonathan H. Turner, L. B. (2017). Karl Marx’ı Düşüncesinin Kaynakları ve Bağlamı. Sosyolojik Teorinin Oluşumu (Ü. Tatlıcan, Çev.). içinde İstanbul: Sentez Yayıncılık.
  • KIZILÇELİK, P. S. (2017). Sosyoloji Tarihinin Anti-Kapitlisti: Karl Marx. Sosyoloji Tarihi 4. içinde Ankara: Anı Yayıncılık.
  • TURAN, V. (2017). KARL MARX’TA BÖLÜŞÜM. 1(2). Uşak : Uşak Üniversitesi.
  • YURDAKUL, Ç. (2018). Marx’ın Tarih Anlayışı: Tarihsel Materyalizm. ULUSLARARASI SOSYAL VE BEŞERİ BİLİMLER DERGİSİ, 1-20.

Merhaba. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Sosyoloji bölümü yüksek lisans öğrencisiyim. Aile danışmanı ve eğitim koçu olma yolunda emin adımlarla yürüyor ve ülkeye yararlı bir sosyolog olabilmek için burdayım.

Yazarın Profili

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir