Psikopolitika: Yeni İktidar Teknikleri Üzerine

Psikopolitika: Yeni İktidar Teknikleri Üzerine
psikopolitika kitabi analizi
0

ÖZ

Sosyal medya platformlarının yeni tür kamusal mekanlar haline gelmesiyle birlikte mevcut iktidar teknikleri de güncel kalabilmek ve meşruiyetini sürdürebilmek adına Han’ın psikopolitika olarak adlandırdığı bir teknik üzerine inşa edilmektedir. Günümüz iktidarları kişisel beğenilerin gözetildiği, herkesin herkesi denetleyebildiği ve kendi gönüllü kölelerini yaratan bir tür like/beğendim toplumunun oluşturduğu kollektiviteden ibarettir. Rasyonel tercihlerimizin sorgulandığı ve birey olmanın bütünün bir parçası olmaktan öte biricikliğinin muallakta kaldığı bu yüzyılda, bireylerden ziyade sermayenin özgür dolaşımından hareketle bu yazıda Byung-Chul Han’ın Psikopolitika: Yeni İktidar Teknikleri Üzerine isimli kitabının eleştirel bir okuması amaçlanmaktadır.

Anahtar Kavramlar: Biyopolitika, Dataizm Gözetleme, İktidar, Sosyal Medya

Özgür tercihler yaptığımızı düşündüğümüz, rasyonel akılla tercihlerde bulunduğumuzu varsaydığımız 21.yy dünyasında aslında bir köle olduğumuz, tüketim ve enformasyonlar tarafından sömürülerek sisteme uygun vatandaşlar haline getirildiğimiz, özgürlük kelimesinin sadece sözlüklerde yer almasıyla madden var olabildiği dikkatlerden kaçmamalıdır. Byung-Chul Han, Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri adlı kitabında, yurttaşların kapitalist sistemi besleyen tüketiciler haline geldiklerini belirterek, bu öznelerin hayatlarını nasıl sürdürecekleri konusunda oldukça önemli bir yere sahip olan yöneticilerini seçmek konusunda etkin olmadıklarından yakınmakta ve tüketim mantığına uygun olarak sunulanı seçen öznelere, beğenilere hitap edecek türde içerikler sunan iktidarın tedarikçi bir rol üstlendiğini dile getirmektedir. Bu noktada etkin bir ol oynayan teknoloji ve kişisel veriler hükümetlerin kaymağına bal sürmekte, dolaşımdaki veriler Pazar ekonomisini beslemektedir.

Bu kitabında, ‘’Özgür rekabette özgür olan bireyler değil sermayedir’’ (Han, 2019: 14) temel tezinden hareketle, özgürlüğün bir kriz yarattığından, sermayenin diktatörleşmesinden ve bugün kendi ihtiyaçlarımız yerine sermaye için çalışıyor olduğumuzdan dem vurmuştur. Yeni kapitalist düzende, sermayenin bizlere kendini ihtiyaç gibi sunarak tüketimini ve bu tüketimler için de sürekli çalışmayı salık vermesini öne sürmektedir. Bu savlar doğrultusunda kişilerin gerçekten özgür olmak isteyip istemediklerini sorgulayan (2019: 16-17) Han, Bentham ve Foucault’nun panoptikonundan, Jameson ve Lyotard’ın bilgi/enformasyon toplumu açıklamalarına kadar çeşitli kuramlara da değinerek yeni iktidar biçimleri üzerine eleştirilerde bulunmuştur. Neoliberal politika hakimiyetinde yeni iktidar tekniklerinin rızayı nasıl yarattığı üzerinde durduğu eserinde, Marksizmin çıktılarından farklı olarak psikolojik savaşımların söz konusu olduğu psikopolitikalardan söz etmektedir. Foucault’nun ortaya attığı biyopolitikadan farklı olarak psikopolitika, psikoloji ve politikanın harmanlanmasıyla bireylerin bedenlerinden ziyade duygularına yönelmeyi, zevklerine hitap etmeyi ve fikirleri şiddet dışında kişilerin huyuna suyuna giderek, nelerden hoşlandığını gözetip onlara kulak vererek aşılama gayesinde olduğunu saptamıştır.

Kitabın birinci bölümünde Han, özgürlük meselesini ele almış, özgürlüğün zorlamanın zıddı olarak var olduğunu ve günümüzde tamamen salt anlamına ters vaziyette konumlanmaya başladığını söylemiştir. Bireylerin kendilerini özgür zannetmesine karşılık aslında onların birer tüketim kölesi olduklarını, efendiye de ihtiyaç duymadan kendi kendilerini köleleştirdiklerini belirtmiştir.

İkinci bölümde, iktidar konusu üzerinde durmuş ve akıllı bir iktidarın niteliklerini sıralamıştır. Yasaklarla disiplinci bir iktidar olmanın günümüz koşullarında işe yarar olmadığını ve kendine pek destekçi bulamayacağını söyleyen Han, akıllı iktidarların halkıyla dost bir tutum sergilemesi ve baskılayıcı olmaktan ziyade halkını ayartıcı tarzda olmasının uygun olduğunu vurgulamıştır.

Üçüncü bölümde, işçiler ve girişimciler konusunu ele almış ve neoliberal dönemde ve disipline edici iktidarın hâkim olduğu toplumsal yapılarda bu kavramların kendilerini nasıl konumlandırdıklarını incelemiştir.

Dördüncü bölümde, Foucault’nun kavramlarından olan biyopolitika, yani beden üzerinde kurulan iktidar konusunu ele almış; çalışmanın bir din gibi kutsandığı ve bedenin de bu işlevini sürdürebilmesi açısından nasıl daha kullanışlı hale getirilebileceği üzerine tartışmaları dile getirmiştir. İktidar artık bedenlerden de ziyade zihinlerdedir.

Beşinci bölümde, yine Foucault üzerine incelemelere devam ederek Hapishanenin Doğuşu adlı eserden yola çıkarak, bedenin politikleştirilmesi ve kapitalist sistem için birer üretim aracı değeri görmesi konularına değinmiştir.

Altıncı bölümde, hayatın olumsuzluklar üzerinden sürdüğünü söyleyerek, neoliberal sistemde en istenen müşteri tipinin mutsuz ve kararsız yapıda bir müşteri olduğundan, bu kişilere ürün pazarlamanın ve onları sürekli olarak mutlu edeceğine yönelik vaatlerle içeriklerin sunulmasının önünü açtığını vurgulayarak değerlerin artık o kadar da önem arz etmediğini belirtmiştir.

Yedinci bölümde, kişilerin tabula rasa haline getirilip yeni kişilik türleri yaratılması konusunda çeşitli örnekler vererek ve deneylerden bahsederek anlatımını zenginleştirmiş ve yeni iktidar politikalarının kişileri tabula rasa haline getirmektense onların istek ve ihtiyaçlarını dikkate alarak bunlar üzerinden politikalar geliştirilmesinin daha doğru olacağını söylemiştir.

Sekizinci bölümde, Orwel’ın 1984 romanındaki dünyanın tasviri doğrultusunda bir gözetim toplumu içerisinde olduğumuzun ve hissedilen özgürlüklerin aslında pazar dünyasının isteği üzerine bizlere sunulan paket programlar olmaktan öteye gidemeyişinin vurgusu yapılmıştır. Denetim mekanizması kişilerin içlerinde içselleşmiştir ve artık gözle görünen bir iktidar beklentisi yoktur. Yeni iktidar tekniklerinde ise bu gözetimlerin ve takiplerin daha verimli bir hale gelebilmesi adına Big Brother’ın dost bir tutum takınması ve vatandaşlarından bilgilerini gönüllü paylaşmasını, kendi kendilerini denetlemelerini, üstelik bunu da kendi istekleriyle yapmalarını öğütlemektedir.

Dijital çağda gözetlemenin de kolay yoldan dijitalleşerek yeni bir tür panoptikon ortaya çıkarması, tüketim toplumunda Pazar ekonomisi üzerinden kişilere kendini arzu nesneleri olarak tükettiren çeşitli albenili teknolojik ürünlerle son derece etkileyici bir hale gelmiş ve önlenemez bir yapı kazanmıştır. Dokuzuncu bölümde, duygu ve heyecan ikilisi üzerinden bir ayrım yaparak; kapitalist toplumda heyecanların daha geçerli olduğunu, heyecanların tüketildiğini ve bunların oldukça değişken olduğunu vurgulamıştır. Aynı zamanda duyguların da kalıcı olmasının, kapitalist düzende istenmeyen bir olguya işaret ettiğini söylemiştir. Zira tüketim toplumunda kalıcılık tehlike arz etmekte, sürekli olarak tüketimin sağlanabilmesi adına her şeyin (duyguların bile) geçici olması beklenmektedir.

Onuncu bölümde, kapitalizmin oyunlaştırma tekniğiyle geçicilik-kalıcılık konusuna yeniden değinmiş ve oyunun üretim aracı olarak vuku bulmasının sermayenin farklı farklı kullanımlarını ortaya çıkardığını söylemiştir.

On birinci bölümde, kişisel verilerin çok uluslu şirketlere pazarlanmasıyla dönen Big Data sisteminin, adeta yeni bir din gibi sunulması (Dataizm) ve kişilerin tüm hayatının sanal ortamlarda ortaya çıkardığı veriler (sayılar, 0’lar 1’ler) üzerinden değerlendirilmesini konu almıştır.

On ikinci bölümde, deneyimlerin özneye ne derece katkı sunduğunu irdelemiş ve son olarak on üçüncü bölümde ise budalalık üzerinden susma siyaseti konusuna değinmiştir. Deleuze’ün açıklamalarından faydalandığı bu bölümde aşkınlık ve içkinlik meselelerini de ele almıştır.

1.BÖLÜM: ÖZGÜRLÜĞÜN KRİZİ

‘’Yapabilme’’ halinin barındırdığı sonsuz ihtimaller ve bu ihtimallerin getirmiş olduğu baskılara karşın emir düzeyinde yapmalısın/etmelisin’ler net ifadelerdir ve kişiler üzerinde ihtimaller silsilesi kadar baskı yaratmazlar. ‘’Yapabilmeden kaynaklanan zorlamanın sınırı yoktur’’ (Han, 2019: 12) diyen Han, özgür olduğunu düşünen performans öznelerinin bugünün tüketim toplumunda nitelikli birer köle olduğunu göz ardı ettiğini söylemiştir. Üstelik bu kölenin kendini onun üzerinden tanımladığı bir efendiye de ihtiyacı yoktur zira kendi kendinin sömürüsünü yaparak ikili bir rol üstlenebilmektedir.

Han neoliberal öznelerin özgür ilişkilerinin olmadığı iddiasını, özgürlük kelimesinin kökenlerine inerek açıklamaya çalışmaktadır. Özgürlüğün ‘’dostlar arasında olmak’’ şeklinde tanımlanması, özgürlük ve ilişki kurmak kavramlarının bir arada götürülmesiyle daha da güçlenmektedir. Kişilerin kendilerini en özgür hissettikleri anların sevdikleri ve dostça ilişkiler kurdukları kimselerin yanındayken olması bu düzenin bireyselleşme yanlısı tutumları neticesinde özgürlük olmaktan ziyade sahte bir özgürlük simülasyonu ortaya çıkarmaktadır. Kişisel özgürlüklerin kabulünün ancak başarılı toplumsal ilişkiler dolayısıyla mümkün olabileceğini söyleyen Marx (sen ben’im var olabilmem için orada olmalısın), bunun da sermayenin sinsi bir oyunu olduğunu öne sürmekte ve insanların kendi aralarında rekabet ettiği ortamda sermayenin kendini çoğaltma imkânı elde ettiğini vurgulamaktadır. Bireysel özgürlüğün gereğinden fazla dolaşıma sokulduğu noktalarda aslında sermayenin aşırıya kaçması söz konusudur. Özgürlük bu noktada sermayenin cinsel organı olarak tanımlanmaktadır. Bugün herkesin hem kendini sömüren hem de sömürülen rolünü oynadığını söyleyen Han, kapitalizmin mutasyona uğramış bir neoliberalist düzen yansıttığını dile getirerek üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar arasındaki farkın devrimle ortadan kalkmayacağını, kaldı ki bu düzende bu tarz bir sınıflaşmanın da olmadığını belirtmektedir. Kapitalizmin aksine neoliberal politikaların söz konusu olduğu durumlarda, sistemin devamlılığını sağlayan şey de bu tarz sınıflaşmalara yer vermemesi olmuştur. Hepimizin sermayenin boyunduruğu altında olduğu, komünist bir devrimle oluşturulmak istenen ‘’biz’’ duygusunun yalnızlığa itilmiş özneler üzerinden pek de mümkün olamayacağının mesajları verilmektedir. Öznenin bir kez daha dışlanması bu seferde sermayenin kendi istek ve arzularını bireye aitmiş gibi göstererek ürünlerini ortaya koymasından ileri gelmektedir. Gerçek özgürlüğün aranmadığı ve istenir olmadığı noktasında ise sermaye, kişileri sürekli olarak tekrara sürükleyen ve aynı yerde dolaşımı sağlayan bir tür Tanrı olarak görülmektedir.

Teknolojik gelişmişlik ve internetin sonsuz olanakları Microsoft’un ilk ortaya çıktığındaki pazarlanma sürecine de yansımış olduğu üzere kişileri nereye gitmek isterlerse oraya sürükleyeceği vaadiyle hayat bulan ağlar, Big Data Hegemonyası oluşturmaktadır. Güç ve rızaya dayanan hegemonya, Althusser’in devletin ideolojik aygıtları olarak nitelendirdiği tüm iletişim araçları üzerinden yayılma imkânı bulmaktadır. Kendini sanal ortamlara bırakan panoptikon, gönüllü olarak bu sisteme dahil olan ve tüm verilerini isteyerek paylaşan bireylerin şeffaflık anlayışlarını da değiştirmiştir. Şeffaflık da artık enformasyon üretimi için istenen bir olgu olmuştur. Şeffaflık, iletişimi güçlendirdiği ölçüde istenir ve dışsallık dayatılır hale gelmiştir. Kapalılık iletişimsizliği ve topyekûn içe kapanıklığı niteler. Bugün siyasetçilerden beklenen şeffaflığın da tam olarak siyasi bir yönü bulunmamakta; vatandaşların magazinsellik beklentisi söz konusu olmaktadır. Veri güvenliği konusunu hiçe sayacak kadar her şeyimizin ortada ve herkes tarafından kolay ulaşılabilir olduğu bu dijital çağda, Big Data’lar şahsın/karankterin/öznelerin önüne geçmekte, kişiler 0’lar ve 1’lerden oluşmaktadır. Şahsın ve özgürlüğün sonu olarak nitelendirilen Big Data, insan davranışlarını salt kestirilebilir olmaktan da öte tamamen hatasız bilme noktasına gelmiştir ve kişiler bunu kendi özgür iradeleriyle oluşturmuştur. Teknolojik tüm üretimlerin kendine itaati sağlayacak nesnelerini veya fikirsel yapılarını da beraberinde ürettiğini söyleyen Han (2019: 22), bunların iktidarı soyutluktan kurtarıp maddileştirdiğini ve kalıcı kıldığını belirmiştir.

2.BÖLÜM: AKILLI İKTİDAR

Han, günümüz iktidarlarının totaliter ve disipline yapıların ötesinde halkına daha çok ses verdiği, onların isteklerini gözettiği ve bir tür like/beğendim toplumu ortaya çıkardığı görüşlerini ileri sürmüştür. Ona göre, şeyleri yasaklayarak son vermektense ve vatandaşlarda istenir davranışları ortaya çıkarmak için baskı ve güç kullanmaktansa halkına dost bir tutum sergilemesi akıllı iktidarın işidir. Yasaklayıcı olmak yerine ayartıcı olmalıdır. Bugün öyle bir ayartılma söz konusudur ki kişiler enforme edilirken tutkuyla kendilerine sunulanlara bağlanmakta, onlarsız yapamamakta ve dahasını arzulayarak kendilerinden istenen her türlü şeye rıza göstermektedir. Diğer başlıklar altında da Chomsky’e atıflarla ve onun tezlerine kimi noktalarda karşıt tezler ileri sürerek tartıştığı bu bölümde Han, medya araçlarının kişiler üzerinde belirli ölçüde hakimiyet kurmak adına çok elzem olduğunu ve neoliberal düzende öznelerin kendilerini bir tür özgürlük sanısı içinde değerlendirdiklerini söylemektedir.

‘’İktidar kendisini şiddet veya baskı şeklinde dışa vurabilir ancak dayanağını tamamen buralardan almaz.’’ diyen Han (2019: 23), günümüz iktidarlarının biteviye bu özgürlük durumundan yararlanması gerektiğinin de altını çizmektedir. Yasaklarla dolu tarihin karanlık sayfalarına bakıldığında geldiğimiz noktada hala bazı işlerin bu şekilde ilerliyor olması geçmişimizden ders almayışımızın göstergesi. Çok genel bir ifadeyle aslında ekonomisi iyi olan devletlerin otoriterleşme imkânı olduğu söylenebilir. Olması gerekenin bu olduğu kastedilmemektedir ancak fakir ülkeler yasaklarla uğraşamazlar. Yasaklar alternatif sunmayı gerektirir. Hem demokrasi vadeden ve insan haklarını önemseyen bir ülke olmak hem de vatandaşlarını kontrolünde tutan ve yasaklarla düzen sağlamaya çalışan bir yapıdan söz ediyorsak ki -günümüz sözde demokrasileri bir noktada bu hassas çizgide yürüme sanatını icra ediyorlar- kitleleri uyutan araçların devamlılığı sağlanmalıdır. Aynı zamanda bu araçlar devletin ideolojik aygıtları olarak da görev yaparlar. Big Brother’ın oynandığı bu alanlar, birer gözetleme ortamı niteliğindedir. Dolayısıyla bu tarz mecraların yasaklanması iktidarların oku kendilerine saplamasıdır.

Teknolojilerin arkasına sığındığımız bu yüzyılda özgür seçim konusu ise tartışmalı bir hal almaktadır. Araçların amaç olmaktan çıkması ve rasyonel tercihlerin kişiye sunulanlar arasından yapılıyor olması özgürlüğün de bir sınırının olduğunu düşündürmektedir. Pazar ekonomisi her gün kendine müşteri ararken ve süreklilik sağlayan bir tüketim sarmalı oluşturmak isterken kişilere kendi uygun gördüğü içeriklerden birer paket sunmakta ve tercihlerin de buralardan yapılmasını salık vermektedir. Milyonlarca veri içerisinden kendi özgür iradesiyle seçim yaptığını düşünen bireyler ise kapitalist sistemin farklı bir tür simülasyonuna kapılmakta, günlük eylemleriyle sistemin devamlılığını sağlamaktadır. Tercih ettiğimiz kırmızı renkte bir elbise biz onu gerçekten yalın bir şekilde, hiçbir baskı ve empoze olmaksızın kendi özgür irademizle mi beğenip satın alıyoruz yoksa rekabet halindeki firmaların, özneleri önemsemeksizin Big Data gölgesinde toplanan verilerden çıkarsanan birtakım bilgiler doğrultusunda mı satın almaya maruz bırakılıyoruz içinden çıkılması güç ikilemleri barındırmaktadır.

Neoliberalizm havası esen iktidarlarda bir tür ‘’like/beğendim beğendim kapitalizmi’’nin hâkim olduğunu söyleyen Han (2019: 24)’dan yola çıkarak muhalefetlerin de mevcut iktidar üzerinden kendilerine söylemler yarattıklarını ve bu doğrultuda güncel siyasetin aynılık sorunu yaşadığını söylemek mümkündür. Kişisel verilerin korunması gerektiği hususunda hemfikirlik içerisinde olan yöneticiler, küreselleşen dünyada kendi içlerine kapanmakta ve tüm dataların hâkimi olmak istemektedir. Demokrasilere zarar vermeden kendi totaliter rejimini yaşatmak isteyen devletler, Han’ın da belirttiği gibi verilerini paylaşmak konusunda can atan gönüllü vatandaşlara ihtiyaç duymakta; bunu da onlara kulak verip arzulanır politikalar geliştirmekle hayata geçirebilmektedir. Bu sınırsız veri akışlarının içinde artık vatandaşların devletten beklediği şey ise bir tür koruyucu rol üstlenmesidir. Denemesinin sonunda yer verdiği üzere ‘’İstediğim şeyden koru beni’’ beklentisidir.

3.BÖLÜM: KÖSTEBEK VE YILAN

Disiplinin toplumsal hayata yayılmış ve basamak basamak gelişen bir yapıda olduğu saptaması üzerinden, kişilerin doğdukları andan itibaren hastane, okul, hapishane gibi pek çok kapalı kurumdan geçerek himaye edildiği söylenebilmektedir. Han (2019: 27), disipline edici iktidar yapısı içerisinde köstebek metaforu kullanırken; yılanı ise neoliberal düzenin hakimiyet sürdüğü toplumların hayvanı olarak metaforlaştırmıştır. Köstebekler işçi, yılanlar ise girişimciler olarak kodlanmış ve yılanlar, kapalı mekanlardan kendisine rahatça hareket edebileceği alanlar açabileceği noktasında kısıtlanmış mekanlara boyun eğen köstebekten ayrıştırılmıştır. İtaatkâr bir özne olarak konumlandırılan köstebekler yani işçiler, düzenin değişimi konusunda büyük yankı uyandıran faaliyetler içerisinde olamazken, Marx’ın devrimci ruhun ortaya çıkabilmesi için öngördüğü birliktelikler ancak bilinçli özneler olarak görülen ve değişimin hem öznesi hem de nesnesi olarak faaliyet gösteren girişimciler tarafından sağlanacağı düşünülmektedir.

Ne verilse alan, sorgulamayan, kendi düzeyinde konformist bir yapıda hayat sürdüren köstebekler/işçiler düzenin en büyük yapı taşlarını oluştururken; az çok seçim hakkına sahip olduğunu düşünen, özgür iradenin konuşulduğu ve sistemin revize edilmesinde söz sahibi olan yılanlar/işçiler ise neoliberal bir yapıda sınırların kaldırılması konusunda etkili bir çaba sürdürmektedirler. Adına enformasyon toplumu, gözetim toplumu, bilgi toplumu, tüketim toplumu ya da akışkan toplum her ne denirse denilsin, özgür olduğunu düşünen ve bu bilinçle eyleyen öznelerden oluşan geniş siyasi yapılanmalar söz konusu olacaktır. Günümüz toplumları da bu noktada psikopolitika hakimiyetinde, kendi bilinçlerinin çeşitli yönlendirmelerle pafisleştiği ve gönüllü itaatlerin sağlanarak şikayetlerin yeşermediği bir yapılanmaya sahiptir.

4.BÖLÜM: BİYOPOLİTİKA

Foucault’nun 19.yüzyılın en tartışılan kavramlarından biri olan beden üzerinde kurulan iktidarı temsilen ortaya attığı biyopolitika kavramı, günümüz teknolojileri doğrultusunda da bireyleri hapsettiği kendi aurasında yeni tür beden politikalarının oluşmasını açıklamaktadır. Bunun yanı sıra ise Han, ruhları elen geçiren ve bedenlerden çok ruhlara sirayet eden yeni bir tür psikopolitikadan söz etmektedir. Disipline edici iktadarın hakimiyetinde beden, yaşatılması ve sağlıkla bakılması gereken özenli bir hazine olarak görülmekte ve kıymet verilmektedir. Düzenin sıkıntısız işleyebilmesi adına bedene, özellikle de sağlıklı ve genç bedenlere ihtiyaç vardır. Bu nedenle de kapitalist pazar ekonomisinin de katkılarıyla beden üzerine politikalar geliştirilir. Disiplinin tamamen beden üzerinden uygulandığı bu formda, kişiler sisteme hizmet eden et parçalarıdır; beden bir tür üretim makinesidir.

Disipline edici iktidarın bireyi, belirli normlar üzerinden sürekli emir ve yasaklarla dolu bir dünyaya sokması konusuna değinen Han (2019: 29), bu iktidarın belirli kurallarla ve oluşturduğu düzenle birlikte bireyleri her türlü sapma ve suçtan uzak tutarak kendi ütopyasını oluşturmaya çalıştığını söylemiştir. Sistemin sıkıntısı bedenlere dışarıdan müdahalelerle onu itaatkâr özneler haline getirme gayesi doğrultusunda ruh konusunu ıskalaması olmuştur. Bentham’ın panoptikon modelinde de saptanan sorunun görselliğe bağlı kalması ve ruhlara sirayet edememesi olduğunun görülmesi, nüfusun biyopolitikasının psikopolitika karşısında eksik kaldığının göstergesidir.

5.BÖLÜM: FOUCAULT İKİLEMİ

Beden ve ruh ikiliği arasında bocalayan Foucault, kapitalist sistemin bedene olan düşkünlüğünün aksine neoliberal düzenin ruhlara hitap edişini gözden kaçırmaktadır. Beden artık eskisi gibi merkezi bir konumda değildir, önemli olan somut bir nitelik taşımasa bile ruhlara hitap etmek, onları cezbetmektir. Bedeni disipline etmenin yerini zihinleri/düşleri disipline etmenin aldığını belirten Han (2019: 32), ‘’beden üzerindeki ortopedik müdahalelerin yerini estetik dokunuşlara bıraktığını’’ söylemiştir. Ruha yönelik yeni iktidar mekanizmaları öyle işlemektedir ki, bireyler kendi denetimlerini de kendilerinin yaptığı yeni neoliberal düzende kendi üzerlerindeki bakışların da sorumlusu olarak davranmaktadırlar. Psikoiktidar, kendince psikolojik teknikleriyle bireyleri avucunun içine almakta ve ona ne isterse yaptırmaktadır. Bu yapma/yaptırma eylemlerinin arkasındaki itici güç ise bir kez daha etkisini açıkça görebildiğimiz Althusser’in devletin ideolojik aygıtları olarak nitelendirdiği kitle iletişim araçlarının tümüdür. Günümüzde halkın geneline hiçbir çaba harcamaksızın ve sınıfsal bir farka tabi tutulmaksızın mesajını ileten televizyonun yanı sıra sosyal medya platformları psikolojik aktarımların her türüne ev sahipliği yapmaktadır.

Kendini sürekli olarak kendi denetiminden ve farklılaştırılmış bir öz filtreden geçiren neoliberal düzende performans öznelerinin sömürüyü de yine kendi kendilerine yaptığı söylenmektedir. Foucault yaşadığı yüzyılın beden üzerinden yürütülen politikalarına kafa yorarken, neoliberal sistemde bireyin doğrudan bir hedef olmadığını, kendisini hedef olarak görmeyecek şekilde özgür olduğunu düşünerek hareket etmesi ve ortaya çıkardığı veri yığınlarını da kendi iradesiyle devletine devredecek bir haleti ruhiyeye bürüneceğini gözden kaçırmıştır. Özgürlük ve sömürü kavramlarının bu noktada birbirine benzediğini öne süren Han, kişilerin bu sistem içerisinde makro denetim yapılarından özne olarak da sorumlu tutulduğu mikro denetimlere maruz kaldığını iddia etmektedir.

6.BÖLÜM: ÖLDÜREREK TEDAVİ

Neoliberal psikopolitikanın yegâne amacı, özneyi öldürerek tedavi etmektir. Pazar ekonomisinin kişisel gelişim zırvaları, özlük savunuları, bireysellik vurguları eşliğinde bireyler sisteme entegre hale getirilmekte ve değerler radikal bir biçimde yok edilmektedir. Bu çağda esas tüketilen şey nesneler değil ruhlardır. Günümüzün psikolojik rahatsızlıklar furyası kaynağını buradan almaktadır. Depresyon ya da tükenmişlik sendromlarının çıkış noktası bedenlerle birlikte ruhların da sömürülüyor olmasıdır. Özne olarak kendisine pazarlanan mükemmellik skalasında üst sıralarda yer edinmek isteyen ve rekabete şartlanan bireyler, kendini mükemmelleştirmeye çalışırken bu yolda tüm benliğini de sömürmektedir (Han, 2019: 38).

Kişileri düşmanı dışarıda aramaktan alan ve bir kez daha kendi içine iten yeni sistemde sorumlu tutulması gereken de sistem değil kişinin kendisidir. Hayatın zıtlıklarla var olması gibi sistem de zıtlarıyla, antileriyle var olur.  Olumsuzlukların olmadığı yerde hayatın solarak ölü bir varlığa dönüşeceğini iddia eden Han (2019:38), yaşanan olumsuzlukların canlı kalabilmek adına elzem olduğunu söylemektedir. Mutlu bir vatandaş sistem tarafından da arzulanan ancak ulaşılmak istenmeyendir. Mutluluk ve her taraftaki olumluluk gelişmelerin önündeki en büyük engel olmakla birlikte pazar ekonomisi için de can kaybı demektir. Mutlu müşteri artık kapitalizme gerekli olan canı veremeyecektir, tüketmeyecektir. Aksi örnekleri olabilmekle birlikte kapitalizmin kendi varlığını sürdürebilmesi için sonsuz mutluluk pazarlaması ve kişilere de asla tam olarak ‘’ulaştım hissi’’ni yaşatmaması, sürekli çabalamayı tembihlemesi gerekmektedir. Bu koşullarda çarkın dönmesi bir tür sürekliliğe bağlanacaktır. Başına gelen tüm talihsizliklere, yaşadığı tüm olumsuzluklara sebat eden bireyler bir noktada psikolojik sıkıntılar yaşadığı gerekçesiyle yeniden sistem tarafından yönlendirilecek ve istenmeyen semptomlarının törpülenmesi adına sistem araçlarından gerekli desteği alacaktır. Han, bu noktada acıların ve kederlerin bile sömürülebilecek bir hal almasından yakınmaktadır. Bu düzende sadece sömürülebilecek türden acılara izin vardır. Kişileri sürekli hastalandırıp tedaviye sürükleyen sistem, bir çeşit özneleri öldürerek tedavi etme yolunu denemektedir.

7.BÖLÜM: ŞOK

John Locke’un insan zihninin boş bir levha olduğu ve yaşam boyu öğrendikleri doğrultusunda kişiliğinin ve birikimlerinin geliştiğini öne sürdüğü tabula rasa söylemi, yakın tarihlerde de pek çok denemeye konu olmuştur. Han’ın da kitabında yer verdiği iki çalışmada, insanın kötülüklerden arınması ve saf iyilikle dolması adına kişilere elektroşokla tedavi edilerek zihinlerinin tamamen boşaltılabileceğine olan inanç üzerine, istendik davranışların ortaya çıkabilmesi adına da yeni kişiliklerin inşa edilebileceği amacı, ruhun silikleşmesi ve neoliberal psikopolitika düzeninin kendi vatandaşlarını yaratması sonucunu doğurmaktadır. Yazarın Bentham’ın panoptikon fikrinden daha canice bulduğu Camoron Deneyleri, Soğuk Savaş zamanları CIA tarafından da desteklenen insanlığa yakışmayacak ölçüde bir mücadelenin sonuçları olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemin beyin yıkama ve çeşitli ideolojik savaşlara tanık olduğu laboratuvar çalışmalarından ikincisi olan Friedman’ın çalışmaları ise toplumları tamamen silmeyi ve kapitalist sisteme yaraşır yeni özneleri yaratma hayali gütmekteydi. Sisteme uymayan ruhların ancak acı yoluyla hizaya getirilebileceğine olan inanç bu dönemin kısır tezlerindendir. Bu tarz şiddetlere sahne olan çağ, biyolojik acı üzerine temellenmiş ve Foucault’nun biyopolitika kavramıyla açıklanabilecek düşünsel yapıları mevcuttur.

Neoliberal iktidarın bu yöntemlere başvurmayıp tamamen dost bir tutum sergilediğini söyleyen Han, bu düzenin yarattığı ve sonrasında kendi öne sürdüğü çözümlerle nihayetlendirmeye çalıştığı sorunların aksine tamamen olumluluk yayılımının ilaç olacağını vurgulamaktadır. ‘’Olumsuz tehditler yerine olumlu uyarılar iş görür’’ diyerek (Han, 2019: 42), beden üzerine eziyetler yerine gösteriş toplumunun like/beğendim dürtülerinin harekete geçirilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Ruh üzerinde şoklarla otorite sağlamaya çalışmaktansa hoşuna gidecek içeriklerle çevrelenmesini sağlayarak rızaya bağlı hegemonya sürmek dahası bireyi buna bağımlı kılmanın daha zekice olduğunu vurgulamaktadır. Akıllı bir iktidarın vatandaşlarının ruhunu okşaması gerektiği kanaatine bu şekilde arka çıkmaktadır.

8.BÖLÜM: DOST BİG BROTHER

Yeni sürüm gözetim toplumunda Orwell’ın yarattığı dünyanın aksine kelimeleri veya şeyleri azaltarak değil çoğaltarak denetim sağlandığı ve yok edildiği görülmektedir. Çokluk içerisinde seçim yapamayan özneler, bir önceki günün verilerini hatırlayamamakta dahası umursamamaktadır. Tüketim toplumunda her çıktının ikamesi bulunmakta, orijinallerinin sahtesi dahi üretilmektedir. İmkanlar ve ihtimaller çağında özneler, kaçırdıkları deneyimlerin yasını tutmamakta, hep dahasını arzulamaktadır. Romanda geçmişin yeniden gözden geçirilerek yeni düzene uydurulmasından sorumlu bakanlığın yanı sıra beyin yıkama, çeşitli ilaçlarla ve fiziksel işkencelerle (elektroşok vb.) ‘uyanan’ vatandaşları hizaya sokan baskıcı mercilerin varlığından da bahsedilmektedir. Neoliberal psikopolitikanın hakimiyet çağında, yasaklar ve baskılar yerine her konuda bolluk ve aşırılık görülmektedir. Roma’nın işkence ve çeşitli zulümler yoluyla elde etmeye çalıştığı bilgileri vatandaşlarından tamamen gönüllülük yoluyla almayı başaran sistem, işkence odaları ve acı hücreleri yerine akıllı telefonlar vb. teknolojik cihazların kullanımını ve teşvikini içerir. Gözetim sistemini verimli kılan noktanın da bu sayede baskı ve şiddet yerine Big Brother’ın dost tutumu olduğunu ileri sürmektedir.

Bentham’ın gözetim planın aksine dijital gözetimin söz konusu olduğu noktalarda bireyler kendilerini tamamıyla özgür hissederler ve gözetildikleri/denetlendikleri hissine kapılmazlar. Bu konuda bilgilendiklerinde dahi (ki genellikle rızalarına dayanan onay metinlerini okumadan imzalarlar) bu denetlemenin kendileri adına bir zararı olmadığını, dijital gezintilerini sorunsuz sürdürebilmeleri adına gerekli olduğunu bile düşünebilirler. Ücretsiz olarak dolaşımın sağlanabildiği ve hizmet alınabildiği noktada aslında ürünlerin özneler olduğu konusundaki yaygın söylem yeniden haklılık payı bulmaktadır. Dijital panoptikon, üyelerinin/kullanıcılarının kendilerini koşulsuz şartsız teslim etmesini ister ve bıraktığı tüm dijital ayak izlerinden her daim faydalanır. Burada artık sergileme yerine bir tür çıplaklık ve pornografi söz konusudur. Birey tüm çıplaklığıyla Big Brother’ın önündedir. Günümüz dev bütçeli teknoloji şirketleri kendilerini alıcılarına geniş güvenlik önlemleri üzerinden pazarlasa da, verilerin hakimiyeti konusu günümüzün belki de en büyük soğuk savaşlarına teşnedir.

9.BÖLÜM: HEYECAN KAPİTALİZMİ

İnsanın salt rasyonel bir varlık olmayıp aynı zamanda duygularıyla hareket ettiği bilinmektedir. Kapitalist düzende ise duygu ve heyecanlar kendilerine müşteri buldukları ölçüde dikkate alınmaktadır. Politikalar, yoğun bir şekilde akla değil duygulara hitap etmekte; tüketen özneler rasyonel akıldan uzaklaşmaktadırlar. Han (2019: 49-55), duyguların heyecanla özdeş olmadığı açıklamaları üzerinden neoliberal psikopolitika iktidarında heyecanların kısa süreli ve geçici olduğunu vurgulamıştır. Heyecanlar belirli bir koşula bağlıdır ve sömürüsü mümkündür ancak duygular edimsel olmakla birlikte uzun süreli olabilmektedir. Kapitalist sistemde kalıcılık istenen ve beklenen bir şey olmamakla birlikte sistemin üzerine inşa edileceği temellerde kalıcı birkaç duyguya yer verilmelidir. İnsan doyumsuz bir varlık olarak sonsuz bir tüketim açlığı içerisinde olmalıdır örneğin.

Aklın araç olarak kullanımı Frankfurt Okulu destekçileri tarafından da eleştirilen bir konu olmuştur. Tüketim ekonomisinde bireyler rasyonel düşünceden uzaklaşmakta, arzularına hitap eden ürünlere salt duygularından çok heyecanları üzerinden kapılmaktadır. Büyüleyici bir gerçeküstülük pazarlayan ekonomi, amaçların da araçsallaşmasına neden olmaktadır. Günün sonunda tükettiklerimizin şeyler değil gelip geçici heyecanlar olduğunu söyleyen Han, nesnelerin sonsuz tüketiminin mümkün olmadığını ancak heyecanlar için bunun sağlanabileceğini, kapitalist sistemin ise buna dayandığını iddia etmektedir. Bu sayede sınırsız bir tüketimi mümkün kılan piyasa, disiplin toplumunda ortaya çıkarılmak istenen duygusuz salt iş yapan insanların aksine duygulanım ve heyecanlara sahip, bunlar üzerinden örgütlenebilen bireylere ihtiyaç duyar. Akılcı yönetimlerin yerini artık kısmen heyecana bağlı yönetimlerin aldığı, bireylerin ruhlarının bedenlerinin önüne geçtiği ve psikopolitikaların hâkim olduğu bir düzenden bahsetmek mümkündür.

10.BÖLÜM: OYUNLAŞTIRMA

Tahakküm ilişkilerinin şeylerin oyunlaştırılmasıyla ve bir tür oyun ekonomisi yaratılmasıyla daha da meşru kılınabileceğini belirten Han (2019:57), ticarileşmenin de yine bu oyunlar üzerinden sağlanabileceğini iddia etmektedir. Yeni kamusal mekanlar haline gelen sosyal mecralar, kişilere oyun kolaylığında ve eğlencesinde sunularak bu kanallar üzerinden tüm alım-satımları gerçekleştirmektedir. İktidar kendini bu kanallar üzerinden meşrulaştırmakta ve kabullendirmektedir. Homo ludens[1], boş zaman ve sermaye olarak insan konularına oyunlaştırma teorileri üzerinden yaklaşılması konusundan yeni tür bir kapı aralamaktadır. Akışkan sermaye öznelerin kendi içlerine yönelmesine engel olmaktadır. Her şeyin birer tüketim pratiği haline gelmesi de oyunlaştırma ile daha da mümkün hale gelmektedir.

Yunanistan’da para destesiyle oynayıp sonrasında da onu yırtan çocukların hikayesini satır aralarına taşıyan Han (2019: 60), paranın bu şekilde oyuna dahil edilerek dünyevileştirildiğini söylemektedir. Günümüzde bir tür fetiş nesnesi olarak değer gören paranın çok farklı mahiyetlerle kullanım değeri bulabilecekken bir çocuk oyununda değersizleştirilmesi düzenin sürdürülmesinde etken rol oynayan oyunlaştırmanın sistem için bir tür tehdit de olabileceğini gözler önüne sermektedir. Şeylerin kullanım değeri ona yüklenen anlamlar üzerinden hayat bulmaktadır. Dünyevileştirme bu noktada bir özgürlük pratiği olarak görülmektedir. Kişileri sisteme adapte edecek psikolojik telkinlerin aksine oyun ve oyunlaştırma pratikleri de günümüzde dikkatlerden kaçmakta ancak daha etkili bir tür savunma mekanizması sunmaktadır.

11.BÖLÜM: BİG DATA

Han’ın kitabında en fazla yer ayırdığı konulardan olan Big Data meselesi, kişilerin artık tamamen sayılardan ibaret oluşu ve veri toplamanın adeta bir din haline gelmesi (dataizm) konularını gündeme getirmektedir. Gelişen teknolojiyle birlikte halet-i ruhiyelerinden bihaber olan insanların, kendilerini kendilerinden daha iyi tanıyan teknolojik uzantılara sahip oldukları aşikardır. Yapay zekalara sahip robotların yalnızca çeşitli iş kollarında imdada yetişmediği görülmekte aynı zamanda hayatı daha da iyileştirmek mottosunun arkasına sığınarak kişisel verilerden oluşan bir havuz içerisinde sonrasında kim bilir hangi sektörlere ne yönde hizmetler sunacak veri alış-verişleri gerçekleştirme de de epey etkin rol oynamaktadır.

Homo Deus[2] kitabında tanrıyı oynayan insanın giderek kendi yarattıklarının/aletlerinin esiri oluşunu gözler önüne seren Harari, fütursuzca ortalığa savurduğumuz verilerimizin yalnızca kişisel bir sorun olmaktan da öte çokuluslu şirketlerin de olaya dahil olmasıyla birlikte neredeyse ülkeler arası rekabetleri fişekleyecek bir sorun haline geldiğini ifade etmektedir. Panoptikonun sadece mekanla sınırlı kalmaması ve herkesin kendi panoptikonunu kurması Foucault’nun, Bentham’ın fikri üretim sınırlarını ne derece genişlettiğini de ortaya koymaktadır. Artık herkes hem kendinin hem de takip ettiği bir diğerinin gözetleyenidir ve dikizlemek kamu normali haline gelmiş, aranan, istenen, beklenen, arzu edilen şey olmuştur.


[1] Oynayan İnsan.

[2] Tanrı İnsan

‘’Göründüğüm sürece varım ve görünür olduğum sürece değerliyim’’ algısı kişileri kendilerini ne pahasına olursa olsun sunulacak bir nesne kıvamına getirmektedir. Sergi fikri üzerine kurulu vitrinler doğrudan kişilerin yaşamları olmakta, 7/24 gözetimler güvenlik ihtiyacı arkasına sıkıştırılarak özel hayata müdahalede hiçbir beis görülmemesi yolunu açmaktadır.

Olduğumuzu sandığımız kişileri oynuyor olmamızın, bu ağlarda bıraktığımız izlerle çelişebilir olduğunu ifade eden Han (2019: 69), internette yaptığımız her bir arama üzerinden kendimizin bile aslında bilmediği pek çok özelliğimizin tanımlanabileceğini söylemiştir. Her gün aktif olarak kullandığımız tüm nesneler gözetleme pratiğinin bir parçası haline gelmektedir. Hapishane modelindeki panoptikonun aksine dijital panoptikonda veriler sonsuza kadar saklı kalmak suretiyle depolanmakta ve hiçbir ayak izi yeterince/tamamen silinememektedir. Ancak bu noktada gözden kaçırılmaması gereken bir mesele de Orwell’ın 1984 romanında bahsi geçen yasaklanan kelimeler ve tarih silme işlemlerinin dijital panoptikonda da çok olası olmasıdır. Ülkeler vatandaşlarının erişmesini sakıncalı buldukları içerikleri yasaklayabilmekte, kişilerin internette nelerle karşılaşabileceklerine müdahalelerde bulunabilmektedir. Bugün Çin ve Kore başta olmak üzere pek çok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde de görebileceğimiz gibi dijital denetimler mevcut iktidarların çeşitli politikaları doğrultusunda ileri boyutlara ulaşabilmektedir. Oysa ki hayatın dijitalleşmemiş hiçbir safhası kalmamışken, günümüz iktidarları seçim propagandalarını, kitleleri tekellerine alabilmek adına kişilere indirgenmiş propagandalarla rekabeti sürdürmektedir.

Han’ın veri şirketi Axciom’dan aktardığı ‘’Size, müşterilerinize 360 dereceden bakma imkânı sunuyoruz.’’ Sözleri, kişilerin Big Brother’dan kaçmak için her yollarının kapalı olduğunu gösterirken, üstelik zaten gönüllü paylaşımlarda bulunan kişilerin kaçmaya da pek niyetleri olmadığını ortaya koymaktadır. İnternetteki her dolaşımında ortaya çeşitli bilgi kırıntıları bırakan kullanıcılar, şirketlerin gözünde metalaşmakta, ondan alınanların ona farklı şekillerde sunulmasıyla özgürlük simülasyonu içerisinde bir figüran olması sağlanmaktadır. Tüm bu etkileşimler kapitalist sistemin can suyunu oluşturmaktadır.

Sınıflı toplum yapısını dijital düzlemde de gören yazar, herkesin ihtiyacına göre satılık bir şeylerin mutlaka bulunduğunu söylemektedir. Pazar değerine göre oluşan bu yeni sınıfta toplanan veriler hedef kitleyi ortaya çıkarmak için kullanılmaktadır. Pazar değerinin düşük görüldüğü ve verilerinin çok da kullanışlı olmadığı kimseler çöp olarak konumlandırılmakta ve sistemin üreteceği tüm ürünler hedef kitle için pazarlanmaktadır. Çöp olarak atık şeklinde değerlendirilen kitle için Bannoptikon kavramını ortaya atan Han (2019:73), sistemin güvenliği ve verimliliği için çöp kitlenin kıymet görmemesi adına işlem gördüğünü söylemiştir. Unutmak ve ruh konularına da Big Data üzerinden değinen Han, sınırlı insan hafızasının aksine verilerin hatırlanması için insanüstü bir yetenekle donatılmış olan teknolojik ürünlerin bu noktada insanları geride bıraktığını ancak insanların birbiriyle ilintili ve duygusal arka planı olan hatırlanacak unsurları belirli bir anlam örüntüsü içerisinde değerlendirirken, toplanan onlarca enformasyonun dijital okuyucular tarafından bu şekilde değerlendirilmediğini vurgulamaktadır. Her şeyin ölçülebilir olduğu ve sayılara indirgendiği durumda ise artık şeylerin ruhlarından söz edilemeyeceği de günümüzde tartışılan meselelerden biridir.

12.BÖLÜM: ÖZNENİN ÖTESİNDE

Öznelerin serbestiliği üzerine çıkarsamalarda bulunduğu bu bölümde Han, esas özgürlüğün deneyimler yoluyla sağlanabileceğini söylemektedir. Koşulsuz tabiliklerden ancak ve ancak kişiler kendi öznel deneyimleri yoluyla sıyrılabilirler. Bu noktada aktif olarak kullanılan psikolojik etkilerle özneler özne olmanın da ötesinde köle-efendi ilişkisine itilmekte, özgürlükler dünyasında yaşadığı hayaliyle esas gerçeklere gözlerini kapalı tutması sağlanmaktadır. Ancak neoliberal düzende psikopolitika, bireylere bunu yumuşakça dayatmakta, gönlünü okşamakta ve rıza yoluyla köleliğini arzulamaktadır. Tatlı dilin yılanı deliğinden çıkarması söylemi bir kez daha burada kendini doğrulamakta, kişiler daha çok özgürlük, sınırsızlık vaadiyle bu kapıyı aşındırmaktadır. Veri krallığında işler verilerin esas kaynağı olan öznelerden ziyade o verilere çeşitli kanallar aracılığıyla sahip olan Pazar ekonomisi yöneticilerine göre yürümektedir.

13.BÖLÜM: BUDALALIK

Son bölüm olan Budalalık’ta Han, düşüncelerimize gereken özgürlüğü tanıyabilmek adına tıpkı filozofların da yaptığı gibi budala olmayı, bu şekilde davranmayı salık vermektedir. Yeni düşünce ve ifade tarzlarının ancak bu şekilde davranıldığında ortaya çıktığını savunmaktadır. Felsefe tarihini koca bir budalalık tarihi olarak gören Han (2019:85-86), modern insanın sisteme bağlılığının yanı sıra budalalığın sistem dışı bir yaşantısı olduğunu söyleyerek her türlü ağ ve bağlantıdan da uzak tutulmak istendiğini, bu sayede de kendini sürüden ayırabileceğini söylemektedir. ‘’Budala susma, sessizlik ve yalnızlığın özgürlük alanlarını yaratır.’’ diyerek (Han, 2019:87) bilgili budalalık olarak savunduğu şeyin diğerlerinden tamamen farklı türde bilgilere erişim sağlayabileceğini dile getirmektedir. Zekanın sisteme bağlı olması ve sistem yardımıyla geliştirildiği göz önüne alındığında içinde bulunduğumuz toplumun örf, adet, gelenek vb. gibi etik ve ahlak kurallarının tümüyle sarılmış etrafımızda mevcut iktidar politikaları doğrultusunda şekillenen okullarda belirlenmiş müfredatlar üzerinden eğitim alındığı gözlerden kaçmamalıdır. Dolayısıyla zekanın da mevcut empozelerle eğitilmesi, bilgili budalalığı ön plana çıkarmaktadır. Günümüz enformasyon ağının içerisinde, türlü gözetleme pratiklerine her geçen gün yenisini eklerken ve bunu normalleştirirken Big Brother gölgesinde yaşam mücadelesi doğrultusunda bilgilerin güvenliğinden endişelenmek pek de akıl karı değildir. Zira hepimiz bu noktada öyle ya da böyle kendimizden verdiklerimiz ölçüsünde bu hayatı belirli kalite standartları içerisinde yaşamaktayız. Görülüyoruz, izleniyoruz ve bunu en iyi biz biliyoruz. Bundan kaçmak istesek de yapamıyoruz çünkü biliyoruz ki hepimiz verilerimiz kadarız. Kimimiz hedef kitle kimimiz çöp olsak da…

KAYNAKÇA

  • Han, B. C. 2019, Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, İstanbul: Metis.
  • Foucault, M. 2006, Biyopolitikanın Doğuşu, Yönetimselliğin Tarihi, Collage de France 1978-1979, Frankfurt.

Merhabalar, ben Kübra Arslan. Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunuyum. Sosyal bilimlerin büyülü doğası gereği sosyolojiyi bırakamamam dolayısıyla Ege Üniversitesi Sosyoloji Yüksek Lisans programında henüz bilmediğim pek çok bilginin peşindeyim. Kendimi bu süreçte bilgi işçisi olarak tanımlıyorum ve tüm üretimlerimizle alana katkı sunacağımıza inanıyorum.

Yazarın Profili

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir